Avrupa, yüzyıllardır tarih sahnesinde büyük dönüşümlerin beşiği oldu. Roma’nın ihtişamından, Rönesans’ın aydınlanmasına, sanayi devriminden dünya savaşlarının yıkımına kadar her dönemde bir yükseliş ve çöküş döngüsünü yaşadı. Ancak bugün, Avrupa’nın kimliğini belirleyen güçler eskisinden daha kırılgan ve belirsiz. Artık meydan savaşlarında değil, diplomasi salonlarında verilen kararlarla şekilleniyor kaderi.

Bir sabah, gri gökyüzünün altında, soğuk taşlarla döşenmiş bir Paris sokağında yürüyen bir adamı hayal edin. Bu adam, üzerine düşen görevlerin ağırlığıyla kamburlaşmış, ceketinin yakasını kaldırarak yüzünü sert rüzgârdan korumaya çalışıyor. Adımlarını hızlandırırken düşünceleri, kıtanın geleceği üzerinde yoğunlaşıyor. Kendisine şu soruyu soruyor: Avrupa hâlâ bir bütün mü, yoksa çoktan çatlaklardan sızan bir birlik hayaleti mi olduk?

Avrupa’nın kalbindeki kriz, sadece siyasi veya ekonomik değil, aynı zamanda derin bir varoluşsal krize işaret ediyor. Kendi kimliğini inşa ederken dayandığı tüm dayanaklar—tarih, kültür, ekonomik güç, askeri ittifaklar—sarsılıyor ve belki de parçalanıyor. Bugün, Avrupa’nın yaşadığı sancılar, bir zamanların güçlü ve istikrarlı kıtasının neye dönüştüğünü anlamamızı sağlayacak en önemli işaretler.

Ama asıl mesele şu: Bu dönüşüm Avrupa’yı nereye götürüyor? Avrupa, eski dünyanın mirasçısı olarak mı kalacak, yoksa yeni bir çağın öncüsü mü olacak?

Bu sorulara cevap ararken, Avrupa’nın derinleşen boşluk hissine, liderlerinin kimlik karmaşasına ve güçsüzlük korkusuna yakından bakmamız gerekiyor. Çünkü Avrupa’nın geleceği, yalnızca aldığı siyasi kararlarla değil, aynı zamanda kendi iç sesini ne kadar duyabileceğiyle şekillenecek.

 

Avrupa, tarih boyunca kendisini bir anlatı içinde inşa etti. Kimi zaman medeni dünyanın beşiği, kimi zaman barbarlığın yıkımına uğramış bir kıta, kimi zaman ise ulus-devletlerin inşa ettiği bir barış ütopyası olarak tarif edildi. Ancak artık o eski anlatının yankıları siliniyor. Yeni bir hikâye yazmak için elinde ne kalem var ne de kâğıt.

 

Bir zamanlar büyük düşünürler, filozoflar ve sanatçılar tarafından şekillendirilen Avrupa, bugün siyasi bürokrasi içinde sıkışmış, devasa ama ruhsuz bir organizmaya dönüşüyor. Diplomasi masalarında söylenen sözler, eski çağların meydan okuyan cümleleri gibi yankılanmıyor artık. Sözcükler; korkak, tereddütlü ve belirsiz.

 

“Ne yapmalı?”

 

Bu, Avrupa’nın yüzyıllardır kendine sormadığı, fakat bugün cevapsız bıraktığı en temel sorulardan biri. Çünkü Avrupa’nın kimliği, kendi varoluşsal kaygılarıyla mücadele ediyor. Bir yanda liberal değerlerin sancaktarlığını yapmaya çalışan Batı Avrupa var. Öte yanda, eski Sovyet etkisinin gölgesinde güvenlik kaygıları içinde şekillenen Doğu Avrupa ülkeleri. Bir taraf, diplomasi ve ekonomik entegrasyonla dünya sahnesinde var olmaya çalışırken, diğer taraf askeri gücün ve ulusal savunmanın kaçınılmaz olduğuna inanıyor.

 

Tarih boyunca Avrupa’nın gücü, bir arada durabilme kapasitesinden gelmişti. Ancak şimdi, bu birlik yalnızca kâğıt üzerinde var gibi görünüyor. Zihinsel olarak bölünmüş bir kıtanın, sahada bütünlük içinde hareket etmesi mümkün mü? Avrupa, ortak bir akıl inşa edemediği sürece, aslında bir hayalet devletler topluluğundan farksız.

 

Avrupa’nın güvenlik politikalarında yaşadığı tereddüt, tam da bu zihinsel bölünmüşlüğün bir yansıması. Liderler, birbirlerine güvenmiyor. Almanya temkinli, Fransa ihtiraslı, İngiltere tereddütlü, Polonya ve Baltık ülkeleri endişeli, İtalya ve İspanya ise uzak durmaya çalışıyor. Peki, böyle bir tabloda, ortak bir Avrupa savunma gücü mümkün mü?

 

Geleceğe dair umut vaat eden tek şey, hâlâ bu kıtanın derin kültürel hafızası. Ancak kültür, tek başına bir kıtanın ayakta kalmasını sağlayamaz. Güç olmadan, kültür yalnızca nostaljik bir anı olarak kalır. Avrupa’nın geleceğini belirleyecek olan şey, kimlik bunalımına nasıl karşılık vereceğiyle doğrudan bağlantılı.

 

Bir dönem dünyaya yön veren bu kıta, bugün yönünü arıyor. Kendi içinde fısıldadığı tüm sorular, cevapsız kalıyor. Avrupa’nın sesi artık yankılanmıyor.

 

Avrupa’nın en büyük trajedisi, gücün gerekliliğini fark ettiği ama bunu nasıl elde edeceğini bilemediği bir çağda yaşaması. Bir zamanlar dünyanın en büyük imparatorluklarını kurmuş, sanayi devrimini başlatmış, kültürel ve bilimsel ilerlemelerde öncü olmuş bu kıta, bugün kendi güvenliği konusunda dahi bağımlı hale gelmiş durumda.

 

Soğuk Savaş döneminde, Avrupa’nın güvenliği transatlantik ittifakının omuzlarında yükseldi. Amerikan koruma şemsiyesi, kıtayı sorumluluk almaktan uzaklaştırdı. Fakat bu durum, Avrupa’nın güvenlik reflekslerini köreltti. Bugün, dünya siyasetinde eski düzen sarsıldıkça, Avrupa kendisini savunmasız ve hazırlıksız buluyor.

 

Günümüz Avrupa’sı, askeri gücün gerekliliği konusunda tarihsel bir körlük içinde. Bir dünya savaşı yaşamış, milyonlarca insanını kaybetmiş, şehirleri yerle bir olmuş bir kıta için bu doğal bir refleks olabilir. Ancak savaşın gölgesinden kaçarken, savunma ihtiyacını görmezden gelmek, Avrupa’yı yalnızca daha büyük tehditlerin karşısında savunmasız bırakıyor.

 

Bugün Avrupa liderleri, güvenlik politikalarında ortak bir zemin bulmakta zorlanıyor. Fransa asker göndermeyi öneriyor, İngiltere destek veriyor ama Amerikan varlığını şart koşuyor, Almanya endişeli ve hesaplı, Polonya ve Baltık ülkeleri doğrudan tehdit algılarken, Güney Avrupa ülkeleri daha mesafeli duruyor. Bu bir orkestra değil, senkronu kaybetmiş bir kakofoni.

 

Avrupa’nın içinde bulunduğu bu durum, tarihte defalarca tekrar eden bir döngünün yansıması. Yükseliş ve çöküş arasında gidip gelen bir kıtanın, kendi iç çatışmaları içinde savrulması. Ancak asıl korkutucu olan, bu sefer Avrupa’nın içinde bulunduğu çaresizliğin yalnızca siyasi değil, zihinsel bir boyut da taşıması.

 

Avrupa bugün, bir savaş kazanmak için değil, savaşın gerekliliğini bile kabul etmekte zorlanan bir psikolojinin esiri olarak kararlar veriyor. Eğer bir gücün ne zaman ve nasıl kullanılacağını bilemezseniz, o güce hiçbir zaman sahip olamazsınız.

 

Peki, Avrupa bu krizden nasıl çıkabilir? Gerçek bir stratejik vizyon inşa edebilir mi, yoksa geçmişin hatıralarıyla oyalanmaya devam mı edecek?

 

Tarihin büyük dönemeçlerinde, her medeniyet bir seçim yapmak zorunda kalır. Avrupa da bugün bir kavşakta duruyor: Ya ortak bir güç inşa edecek ya da bir zamanların büyük kıtası, yavaş yavaş tarihin gölgelerine çekilecek. Ancak asıl mesele, Avrupa’nın bu seçimi yapmaya zihinsel olarak hazır olup olmadığı.

 

Birlik, Avrupa’nın en büyük gücüydü. Sanayi devriminden modern diplomasiye, küresel ticaretten askeri ittifaklara kadar, kıtanın yükselişi hep birlikte hareket etmeyi başarabildiği dönemlerde gerçekleşti. Ancak bugün, bu birliği sürdürebilecek ortak bir irade olup olmadığı belirsiz.

 

Liderler birbirine güvenmiyor. Batı Avrupa ile Doğu Avrupa arasındaki güvenlik anlayışı birbirinden kopuk. Kuzey, ekonomik istikrar peşinde; güney, iç meselelerine gömülmüş durumda. Fransa ve Almanya, Avrupa’nın direği olmaya çalışıyor ama Amerika’sız hareket edemeyeceklerini biliyorlar.

 

Ancak mesele sadece stratejik kararlarla sınırlı değil. Avrupa’nın en büyük sorunu, inanç kaybı. Kendi gücüne inanmayan bir kıtanın, küresel sahnede nasıl bir rol oynayabileceği meçhul.

 

Amerika’nın gölgesinde geçen on yıllar boyunca Avrupa, konfor alanına çekildi. Güvenliği devrederek ekonomik refahı önceliklendirdi. Ancak dünya değişti. Artık koruyucu bir güç arkasında durmuyor. Artık kendi kaderini kendisi belirlemek zorunda.

 

Ancak bu kaderi belirleme gücü, yalnızca siyasi irade ile değil, zihinsel bir dönüşümle mümkün olabilir. Avrupa’nın yeniden büyük bir aktör olabilmesi için, önce kendi varlığına inanması gerekiyor.

 

Bu noktada sorulması gereken soru şu: Avrupa, bir güç olarak var olmak istiyor mu, yoksa tarih sahnesinden yavaş yavaş çekilmeyi mi kabulleniyor?

 

Tarih, boşlukları affetmez. Bir güç alanı zayıfladığında, başka bir güç onu doldurur. Avrupa’nın içinde bulunduğu durumu en iyi anlatan metafor budur: Boşlukta savrulan bir kıta.

 

Bugün Avrupa, kendi kaderini belirleme yeteneğini kaybetme riskiyle karşı karşıya. Sadece ekonomik bir birlik mi olacak, yoksa gerçek bir jeopolitik aktör mü? Kendi başına karar alabilen, güvenliğini inşa edebilen, küresel dinamiklerde söz sahibi bir kıta mı olacak, yoksa yalnızca diğer büyük güçlerin hamlelerini izleyen bir figüran mı?

 

Eğer Avrupa, ortak bir stratejik vizyon inşa edemezse, bu boşluğu başkaları dolduracak. Amerika, artık kendi önceliklerini merkeze alıyor. Rusya, tehdit olmaya devam ediyor. Çin, küresel ekonomik dengeleri değiştiriyor. Bu yeni dünyada Avrupa’nın yeri nerede?

 

Karar vermek zorunda. Ama bu karar, sadece liderlerin alacağı bir karar değil. Avrupa halkları, kendi kıtalarının neye dönüşeceğine dair bir seçim yapmak zorunda.

 

Bugün, Paris’te veya Berlin’de yapılan toplantılar, sadece diplomatik görüşmelerden ibaret değil. Bunlar, bir uygarlığın geleceğini belirleyecek tartışmalar. Eğer Avrupa, geçmişin hayaletleriyle oyalanmaya devam ederse, tarihte büyük bir güç olarak değil, bir zamanlar büyük olmuş ama kendi zayıflığıyla kaybolmuş bir kıta olarak anılacak.

 

Ancak eğer gerçekten bir değişim isterse, eğer boşluğu kendisi doldurmayı seçerse, o zaman yeniden güçlü, etkili ve birleşmiş bir Avrupa mümkündür.

 

Şimdi soru şu: Avrupa, kendi gölgesinden çıkıp gerçek bir aktör olabilecek mi?

 

Ve bu sorunun cevabı, sadece liderlerin değil, tüm bir kıtanın vereceği bir karar olacak.