Dünyanın siyasi sahnesinde yankılanan en büyük trajediler, genellikle öncesinde sessiz bir fısıltıyla başlar. Almanya’da aşırı sağın yükselişi, sadece bir ülkenin değil, bir kıtanın, hatta belki de bir medeniyetin derinlerde yatan fay hatlarını harekete geçiren bir sarsıntıdır. Geçmişin gölgeleri, 1930’ların karanlık dehlizlerinden süzülerek bugünün Avrupa’sına ulaşmış, rüzgarın yönünü değiştirerek küresel demokratik düzenin kırılganlığını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Ancak, bu dalganın Türkiye’ye ulaşmayacağını düşünmek, gemisini fırtınada rotasız bırakmış bir kaptanın saflığına benzer. Türkiye’nin tarihinde, kimlik ve ideoloji üzerinden şekillenen gerilimler, Avrupa’daki dönüşümlerin bir yansıması olmaktan çok, onunla iç içe geçmiş bir hikâyenin parçasıdır. Demokrasi, burada da bir avuç toprağa ekilen narin bir tohum gibi, bazen büyümeye yüz tutmuş, bazen sert rüzgârlarla savrulmuş, ama hiçbir zaman köklerini tamamen kaybetmemiştir.

Ancak, demokrasinin yalnızca seçim sandığında belirlenen bir ritüelden ibaret olmadığı gerçeği, çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Oysa özgürlük, sadece oy pusulasına işaretlenen bir tercih değil, bireyin günlük yaşamında hissettiği, soluduğu, varlığına içkin bir hakikat olmalıdır. Almanya’daki aşırı sağın yükselişinin temelinde, ekonomik belirsizliklerin, kimlik krizlerinin ve küreselleşmenin doğurduğu güvensizliğin yattığını söyleyen siyaset bilimciler, aslında tüm bu parametrelerin Türkiye’de de benzer şekilde var olduğunu göz ardı edemezler. Büyük şehirlerin caddelerinde yankılanan huzursuzluk, kırsal kesimlerde fısıldanan gelecek kaygısı ve medya üzerinden inşa edilen korku politikaları, demokrasinin ruhunu adeta bir paslı çivi gibi sabitlemekte, hareket alanını daraltmaktadır. Bugün Avrupa’da yükselen milliyetçi dalga, Türkiye’de de kendi yankısını bulmuş, sokaklarda, kahvehanelerde, sosyal medya platformlarında dillendirilen en temel söylemler haline gelmiştir. Sınırlar kapatılmalı, kültürel saflık korunmalı, geçmişin görkemi yeniden inşa edilmelidir. Ancak bu retorik, bir halkın geleceğini kurma idealinden çok, onu geçmişin hatalarına zincirleme arzusunu barındırmaktadır.

Türkiye’nin siyasi tarihi, bir saat kulesinin sarkacı gibi, otoriterleşme ile özgürleşme arasında gidip gelen bir döngü içinde şekillenmiştir. Her yükselişin ardından bir düşüş, her özgürlük dalgasının ardından bir baskı dönemi gelmiştir. 1980 darbesinin travmasını henüz atlatamadan 1990’ların güvenlik paranoyasına sürüklenen, 2000’lerin demokratikleşme umutlarını yeşertirken 2010’larda otoriterleşmenin gölgesine çekilen bir toplum için, siyasi belirsizlik neredeyse genetik bir kod haline gelmiştir. Avrupa’nın aşırı sağa kayışı, Türkiye’de de mevcut politik eğilimleri daha da sertleştiren, çoğulculuğa olan inancı törpüleyen bir etki yaratmaktadır. Toplum, korkunun ve belirsizliğin içine hapsoldukça, güçlü bir lider arayışına girer; karmaşıklık karşısında basit çözümler üretmeye meyillenir ve farklı sesleri susturan, mutlak bir düzen vaat eden siyasi figürlere yönelir. Demokrasi, bu noktada bir ayrıcalık değil, yönetilmesi gereken bir tehdit olarak algılanır.

Ancak asıl mesele, bu döngüyü kırmanın mümkün olup olmadığıdır. Kitaplar, medeniyetin kriz anlarında nasıl savrulduğunu, fikirlerin nasıl şekillendiğini ve bireyin bu girdap içinde nasıl bir pozisyon alabileceğini sorgulayan güçlü anlatılar içerir. İnsanın toplumsal hareketler içindeki yerini, düşünsel mirasının nasıl dönüştüğünü anlamak için bu kitaplar birer pusula işlevi görür. George Orwell’in distopyaları, bireyin sistem içindeki yalnızlığını; Hannah Arendt’in totalitarizm analizleri, kitlelerin nasıl manipüle edildiğini; Albert Camus’nün eserleri, absürd bir dünyada insanın anlam arayışını sorgular. Türkiye, tıpkı bu eserlerde olduğu gibi, kendi kaderiyle hesaplaşmak zorunda olan bir ülke olarak, demokrasinin çetin yollarında yürümeye devam etmektedir. Ancak asıl soru şudur: Bu yolculuk, aydınlığa mı, yoksa tarihin tekrarına mı çıkacaktır?

Bugün Türkiye’de siyaset sahnesi, Avrupa’daki dönüşümlerin bir yankısı olarak, kimlik ve ideoloji ekseninde daha da keskinleşmektedir. İnsanlar sadece neye inandıklarını değil, neye inanmadıklarını da haykırarak siyaset yapmaktadır. Ötekileştirme, sadece bir siyasi strateji değil, aynı zamanda bir kimlik inşası haline gelmiştir. Bu durum, toplumsal bağları zayıflatmakla kalmaz, aynı zamanda siyasal sistemin kendi içinde tıkanmasına da yol açar. Aşırı sağın yükselişi sadece bir siyasi akımın güçlenmesi değil, aynı zamanda demokratik normların aşınması anlamına gelir. Türkiye’nin en büyük meselesi, demokratikleşme sürecinin kesintisiz devam edip etmeyeceğidir. Ancak geçmişin gösterdiği üzere, bu süreç hiçbir zaman düz bir çizgi halinde ilerlememiştir.

Önümüzdeki yıllar, Türkiye için kritik bir eşik olacaktır. Küresel düzende yaşanan çalkantılar, ekonomik belirsizlikler ve toplumsal değişimler, ülkenin yönünü belirlemede önemli bir rol oynayacaktır. Ancak demokrasinin sadece bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda bir kültür olduğunu anlamadıkça, bu süreçte sağlam bir zemin inşa etmek mümkün olmayacaktır. Tarih, tekerrür etme eğiliminde olabilir, ancak bu döngüyü kırmak, bireylerin ve toplumların elindedir. Avrupa’nın aşırı sağa savruluşu, Türkiye’ye bir uyarı niteliğinde olmalıdır: Eğer biz de geçmişin hayaletleriyle yüzleşmezsek, geleceğin karanlığında kaybolabiliriz.

Türkiye’nin demokrasi mücadelesi, bir ip cambazının dengesini koruma çabası gibidir. Küçük bir hata, büyük bir düşüşe neden olabilir. Ancak cambazın en büyük düşmanı rüzgar değil, dengesini kaybetmekten korkarak hareket etmemesidir. Eğer Türkiye, cesurca yürümeye devam ederse, belki de bu uzun ve engebeli yolda gerçekten yeni bir demokrasi hikayesi yazabilir.