Batı dünyasında yankılanan bir uyanış sesi var: Avrupa, güvenliğini Amerika’nın gölgesinden çıkararak kendi ellerine almak zorunda. Fransa’nın stratejik özerklik söylemleri, Almanya’nın savunma harcamalarını artırma planları ve İngiltere’nin belirsizlikler içinde denge arayışı, hepsi aynı gerçeğe işaret ediyor. Fakat bu söylemlerin ardında derin bir ironi yatıyor. Avrupa, uzun yıllardır güvenliğini Washington’ın sağladığı şemsiye altında inşa etti, dolayısıyla askeri yapılanması bağımsız bir güç olmaktan çok, Amerikan çıkarlarının bir uzantısı hâline geldi. Şimdi bu düzen yıkılıyor, fakat onun yerine neyin geleceğine dair net bir yol haritası yok.

Türkiye’nin durumu ise bu tartışmaların tam ortasında, fakat farklı bir bağlamda şekilleniyor. Tarihi ve coğrafi gerçekler, Türkiye’ye askeri bağımsızlığın lüks değil, varoluşsal bir zorunluluk olduğunu gösteriyor. Avrupa, belki bir ekonomik refah hayaliyle on yıllardır askeri masraflardan kaçınabildi; ancak Türkiye, jeopolitik konumu gereği böyle bir tercihe sahip olmadı. Üç kıtanın kesişim noktasında, bir yanda tarihsel rakipleri, diğer yanda komşularındaki sürekli değişen rejimler ve güç dengeleri arasında sıkışmış bir ülke olarak, Türkiye’nin güvenliği hiçbir zaman başkalarının teminatına bırakılamazdı. Bu yüzden, Batı’nın yeni yeni tartışmaya başladığı “bağımsız savunma” meselesi, Türkiye için çok daha eski bir bilince dayanıyor: Kendini koruyamayan, var olamaz.

Ancak burada kritik bir paradoks var. Türkiye, bir yandan tarih boyunca kendi güvenliğini sağlamak zorunda kalmış, diğer yandan da Batı bloğu içinde yer almak adına çeşitli askeri ve ekonomik bağımlılıklar geliştirmiştir. NATO üyeliği, Türk ordusuna belirli bir caydırıcılık kazandırmış olabilir, fakat aynı zamanda savunma sanayisinin belirli noktalarda dışa bağımlı olmasına da yol açmıştır. Bugün F-35 programından çıkarılmış, Avrupa ile savunma sanayi iş birlikleri konusunda sürekli siyasi engellere takılan bir Türkiye var. Bunun anlamı şu: Türkiye, kendi güvenliğini sağlamak için yalnızca siyasi iradeye değil, aynı zamanda teknik kapasiteye ve ekonomik güce de sahip olmak zorunda.

Savunma sanayisinde atılan adımlar, bu gerçeğin farkına varıldığını gösteriyor. Bayraktar TB2’nin savaş sahalarındaki etkisi, Türkiye’nin yalnızca askeri alanda değil, aynı zamanda jeopolitik dengelerde de nasıl bir oyun değiştirici güç hâline geldiğinin kanıtıdır. Ancak bu yeterli mi? Tarih, yalnızca anlık başarılarla değil, sürdürülebilir güç ile yazılır. Türk savunma sanayisinin asıl başarısı, belirli platformları üretmek değil, küresel sistem içinde kendi ekosistemini kurarak bağımsızlığını sürdürebilir hâle getirmektir. Burada asıl mesele, mühimmat, motor teknolojileri, elektronik harp sistemleri gibi kritik bileşenlerde dışa bağımlılığı azaltmak ve savunma sanayisini yalnızca devlet destekli projelerden çıkartıp özel sektör dinamizmi ile entegre etmektir.

Fakat tüm bunların ötesinde asıl soru şudur: Türkiye, savunma paradigmasını nasıl kurgulamalıdır? Eğer Avrupa, Amerikan hegemonyasından kurtulmayı konuşuyorsa, Türkiye hangi bağımlılıkları kırmalı ve hangi ittifakları inşa etmelidir? Tarih boyunca büyük güçlerin gölgesinde kalmamış bir devlet olarak, Türkiye’nin mevcut stratejisi ne derece bağımsız ve sürdürülebilir? Sadece askeri açıdan değil, ekonomik, diplomatik ve teknolojik boyutlarıyla da bu sorunun cevaplanması gerekiyor.

Ekonomik perspektiften bakıldığında, savunma harcamalarının kaynağı meselesi ön plana çıkıyor. Avrupa’da Macron veya Merz, daha fazla harcama çağrısı yaparken, bu fonların nereden geleceğine dair belirsizlik var. Türkiye için de aynı soru geçerli: Savunma sanayisini büyütmek için gerekli kaynaklar, mevcut bütçeden mi karşılanacak, yoksa yeni finansal mekanizmalar mı devreye alınacak? Ülkeler, refah devletinin kısıtlı bütçesiyle ordu inşa edemezler; bu yüzden Türkiye’nin savunma yatırımlarını sürdürülebilir bir ekonomik modele oturtması şarttır. Bunun için hem iç yatırımcıları hem de dış finansmanı cezbeden bir teknoloji ekosistemi yaratılmalıdır.

Türkiye’nin en büyük avantajlarından biri, halkının tarihsel hafızasında askeri gücün her zaman merkezi bir rol oynamış olmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde, askeri modernleşme ve devletleşme süreci birbirine paralel ilerlemiş, hatta çoğu zaman ordu, devletin en güçlü unsuru olmuştur. Bu, yalnızca bir kurumsal gelenek değil, aynı zamanda toplumsal bir kabullenme meselesidir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, askeri gücün yalnızca bir caydırıcılık unsuru değil, aynı zamanda uluslararası diplomasinin bir aracı olarak kullanılması gerektiğidir. Türkiye’nin askeri kapasitesini artırması, onu yalnızca bölgesel bir güç yapmaz; aynı zamanda küresel müzakere masasında daha etkili bir oyuncu hâline getirir.

Bugün dünya, yeni bir güvenlik paradigmasına doğru evriliyor. Amerika’nın küresel etkisinin azaldığı, Avrupa’nın kendi kaderini tayin etmeye çalıştığı, Asya’nın ise yeni güç dengeleri kurduğu bir dönemde Türkiye’nin stratejik konumu her zamankinden daha kritik hâle gelmiştir. Avrupa, henüz kendi güvenliğini nasıl sağlayacağını tartışırken, Türkiye bu konuda çok daha ileri aşamada olmak zorundadır. Çünkü bizim için güvenlik, bir politik tercih değil, tarih boyunca defalarca kanıtlanmış bir gerçekliktir: Kendini savunamayan bir millet, özgürlüğünü de koruyamaz.

Dolayısıyla Türkiye için mesele, yalnızca askeri harcamaları artırmak değil, aynı zamanda savunma ekosistemini bağımsız kılacak adımları atmaktır. Teknolojik bağımsızlık, ekonomik sürdürülebilirlik ve diplomatik esneklik, bu sürecin temel taşlarıdır. Eğer Türkiye, savunma alanında gerçek anlamda bağımsız olmak istiyorsa, bunu yalnızca silahlanarak değil, bütüncül bir devlet politikası hâline getirerek başarabilir.

Dünya değişiyor ve Türkiye de bu değişimin merkezinde yer almak zorunda. Kendi kaderini tayin edenler, tarih yazmaya devam edecekler; başkalarının gölgesinde yaşayanlar ise tarihin dipnotları arasında kaybolacaklar.