
- Ayrıntılar
- Kategori: eda ba
İnsan, doğduğu topraklardan kopabilir ama o toprakları ruhunda taşımaktan asla kurtulamaz. Yahya Kemal, yalnız bir adamdı. Evin, sıcaklığın, aidiyetin hasretini çekerek yaşamış, ömrü boyunca kiralık odalarda, geçici pansiyonlarda, otel odalarında konaklamış, hiçbir yere tam anlamıyla kök salamamış bir ruh. Onun şiiri, yalnızca bir milletin tarihini ve medeniyetini değil, aynı zamanda kendi içindeki aidiyetsizliği de anlatır. "Eve dönen adam" denilse de, aslında Yahya Kemal hiçbir zaman gerçek bir eve sahip olamadı; ne fiziksel olarak ne de ruhen.
Üsküp’ten İstanbul’a, İstanbul’dan Paris’e, Paris’ten yine İstanbul’a savrulurken, bir evin, bir yuvanın sıcaklığını aradı. Ancak her seferinde, uzaktan bakıp iç çektiği bir dünyada kalmaya mahkûm oldu. Onun gözünde ev, yalnızca bir mimari yapı değil; bir kültürün, bir ruhun ve bir aidiyetin simgesiydi. Kendi evini kuramayan Yahya Kemal, milletinin "Türk evi"ni yeniden inşa etmeye çalıştı. Ancak tıpkı şahsi hayatında olduğu gibi, bu hayali de eksik ve yarım kaldı.
Devamını oku: 7- Evsiz Bir Ruh: Yahya Kemal’in Hayatı Ve Köksüzlüğün Trajedisi

- Ayrıntılar
- Kategori: eda ba
Tarih bir harita mıdır, yoksa bir nehir mi? İnsan, geçmişin haritasında mı yol alır, yoksa kendi hafızasının dalgalarında mı sürüklenir? Yahya Kemal, Tanpınar ve Bergson’un zihin dünyasında dolaşırken, bu soruların yankılarını duyuyoruz. Bergson’un "durée" kavramı, Yahya Kemal’in "imtidad" anlayışı ve Tanpınar’ın "değişerek devam etmek" fikri, bir milletin varoluş macerasını açıklayan güçlü metaforlardır.
Yahya Kemal, geçmişi bir nostalji nesnesi olarak görmedi. Ona göre tarih, raflara dizilmiş ve zamanın tozuyla kaplanmış eski kitaplardan ibaret değildi. Tarih, bilinçte ve şuurda yankılanan, bugünü şekillendiren diri bir varlıktı. Bir şiirinde İstanbul’un fethini adeta kendi yaşamış gibi anlatırken, geçmişin bir uzak hatıra değil, bugünde yaşayan bir damar olduğunu hissederiz. Tanpınar’ın “zamanın ezeli kanununa boyun eğmeyen” roman kahramanları da bu bilinçle hareket ederler. Çünkü tarih, sadece bir geçmiş anlatısı değil, aynı zamanda bir geleceği inşa eden bilinç akışıdır.
Fakat modernleşme, bu akışa ket vurmak istedi. “Yeni”nin putlaştırıldığı, “eski”nin bir yük gibi görüldüğü zamanlarda, geçmişin hafızadan kazınması gerektiği düşünüldü. Yahya Kemal’in “Kör Kazma” yazısı, bu trajik hafıza kaybının en güçlü eleştirilerinden biridir. İstanbul’un tarihî yapılarının hiçbir düşünceye dayanmadan yıkılması, geçmişin, geleceğin temeli olduğu fikrini anlamayan bir zihniyetin yansımasıydı. Oysa hafızasız bir millet, tıpkı belleğini yitiren bir insan gibi, kendi kimliğinden kopmaya mahkûmdur.
Tarih, sadece geçmişin kaydı mıdır, yoksa geleceği inşa eden bir yaratıcı hamle mi?
Devamını oku: 6- İmtidadın İzinde: Tarih, Hafıza Ve Kültürel Diriliş

- Ayrıntılar
- Kategori: eda ba
Gecenin içinde bir kurt, gözlerinde alev gibi yanan bir kararlılıkla, düşmanlarına meydan okuyor. Vigny’nin "Kurdun Ölümü" şiirinde anlatılan bu sahne, Yahya Kemal’in öğrencilerine verdiği dersin tam ortasında yankılanır. Metris Tepesi'nden bakarken bir milletin kaderini yeniden yazmak, sadece savaş meydanlarında değil, kelimelerin ve fikirlerin dünyasında da bir mücadele gerektirir. İşte bu yüzden edebiyat, yalnızca bir sanat değil, bir hafıza ve direniş biçimidir.
Edebiyatın bir milletin aynası olduğu fikri, Yahya Kemal ve Ziya Gökalp’in öncülüğünde ortaya çıkan Yeni Mecmua ve Dergâh Mecmuası etrafında şekillenmişti. Çamlıca, Tepebaşı ve nihayet Metris Tepesi, edebiyatın değişen yönelimlerini ve dönemin ruhunu simgeleyen üç ana eksen oldu. Namık Kemal’in romantik hayalleri Çamlıca’da yankılanırken, Tepebaşı’nda Servet-i Fünun’un hüzünlü melankolisi hâkimdi. Ancak Yahya Kemal, edebiyatın artık bir düşler âlemi olmaktan çıkıp, milletin ve memleketin sesi olması gerektiğini düşünüyordu. Bunun için Metris Tepesi’ni işaret etti; çünkü oradan bakıldığında artık sadece geçmişin gölgeleri değil, geleceğin doğuşu da görünüyordu.

- Ayrıntılar
- Kategori: eda ba
Her millet, kendi geçmişiyle yüzleşme biçimiyle inşa olur. Tarih, sadece olayların kronolojik sıralanmasından ibaret değildir; o, bir milletin ruhunu, özlemlerini ve kırılmalarını taşıyan bir zaman nehridir. İşte bu nedenle Yahya Kemal ve Ziya Gökalp gibi isimler, sadece düşünce insanı olarak değil, aynı zamanda bu nehrin akış yönünü tayin etmeye çalışan köprüler olarak görülmelidir.
Biri sanatın ve estetiğin derin sularında gezinirken, diğeri milletin sosyolojik yapısını inşa etmeye odaklanmış bir kuramcıdır. Biri Osmanlı mirasını yücelterek geçmişle bağ kurmayı savunurken, diğeri eski Türk kültürünü referans noktası olarak alarak modernleşmenin temelini atmaya çalışmıştır. Peki, bu iki dev figür arasındaki fikir çatışmaları, aslında neyin mücadelesiydi? Sanat ve ideoloji arasındaki derin uçurum mu? Yoksa geleneği yaşatmanın ve moderniteyi benimsemenin yolları mı?

- Ayrıntılar
- Kategori: eda ba
Şehir, sabahın ilk ışıklarıyla yavaşça uyanırken, Boğaz'dan yükselen sis camilerin minarelerine yaslanıyor. Ahşap konakların pencerelerinden tüten incecik dumanlar, yüzyıllardır süregelen bir medeniyetin nefes alışlarını simgeliyor adeta. Fakat bu görüntünün ardında, Osmanlı’nın derin sularında bir mücadele gizlidir. Bu, yalnızca siyasi ve ekonomik çalkantıların yarattığı bir karmaşa değildir; aksine, bir medeniyetin kendi varoluş biçimiyle hesaplaşmasının izlerini taşır.
XVII. yüzyılda Osmanlı topraklarında yankılanan bir tartışma, sadece devrin aktörleri arasında bir çekişme olmaktan öte, yüzlerce yıl boyunca devam eden bir medeniyet krizinin sembolü hâline gelmiştir. Kadızâdeliler ile tasavvuf erbabı arasındaki bu fikirsel mücadele, kökleri çok daha derinlere uzanan bir ayrışmanın su yüzüne çıkmasıdır: Din mi yoksa akıl mı? Geçmişin katı sureti mi yoksa hayatın değişken akışı mı?
Devamını oku: 3- Gölgesi Uzun Bir Tartışma: Kadızâdeliler ve Bir Medeniyetin Kavşak Noktası