Bazı yolculuklar sadece fiziksel değildir; insan, bazen kendi içine döner, bazen de geçmişin sessiz sokaklarında kaybolur. Yahya Kemal’in Paris’ten İstanbul’a dönüşü, yalnızca coğrafi bir hareket değildi; bir kimlik arayışı, bir kaybolmuşluğu yeniden bulma çabasıydı. Dokuz yıl boyunca Batı’nın meydanlarında dolaşan şair, döndüğünde eski mahallesinde bir yabancı gibi hissediyordu. Frenk hayatının parlak ışıkları, Osmanlı sokaklarının gölgeli sabahlarına sızdığında, iç dünyasında bir çatışma başlamıştı: Modernleşme ile gelenek, rasyonalite ile estetik, Batı hayranlığı ile köklerine duyduğu derin sevgi arasında sıkışmış bir ruh…

 

Onun yolculuğu yalnızca bireysel bir hikâye değil, aynı zamanda toplumun da hikâyesiydi. Yahya Kemal’in Paris’te öğrendiği şey, aslında ona kim olduğunu hatırlatmıştı. Nev-Yunanilik hayaliyle çıktığı yolda, bir süre sonra bu düşünceyi terk ederek Osmanlı medeniyetinin ruhuna yöneldi. Zira Batı’nın “Yunan Mucizesi” dediği şeyin, sadece Yunan’a ait olmadığını, Akdeniz’in ortak bir eseri olduğunu fark etmişti. Bu dönüş, sadece entelektüel bir tavır değişikliği değil, aynı zamanda kişisel bir aydınlanmaydı. İstanbul’a döndüğünde, tanıdığı sokakların artık ona yabancı geldiğini hissetti ama derinlerde bir yerde hâlâ ait olduğu bir şeyler olduğunu da biliyordu.

 

Bir milletin kimliği nerede başlar, nerede biter? Modernleşme ile gelenek arasında nasıl bir denge kurulabilir? Yahya Kemal’in hikâyesi üzerinden bu sorulara yanıt arayacağız.

 

Kültürel Yersizlik ve “Eve Dönmek”

 

Eve dönmek, bazen hiç gitmediğimiz bir yere ulaşmak gibidir. Yahya Kemal’in İstanbul’a dönüşü de böyleydi. Paris’te edindiği alışkanlıklar, Avrupa’nın fikir dünyasında gördüğü ihtişam, ona Batı’yı anlamayı öğretmişti ama bu anlamak, bir kabul ediş değil, aksine bir yabancılaşmaya sebep olmuştu. İstanbul’un camileri, tekkeleri, eski hanları, ona hem çok tanıdık hem de bir o kadar uzaktı. Bayram namazına gitmek istediğinde, bu arzunun kendisi bile bir çelişkiydi: Frenk hayatının ritminde kaybolmuş bir adam, eski bir geleneği nasıl yeniden sahiplenebilirdi? Büyükada’da sabah ezanını dinleyerek camiye doğru yürüdüğünde, içindeki bu çelişkiyi derinden hissetti. Onu gören cemaatin bakışlarında bir şaşkınlık vardı; çünkü Yahya Kemal gibi birinin burada olması, onların alışık olduğu bir durum değildi. O an, eski cemaatin içinde yeni bir adam gibi hissetti: “Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür; madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür!”

 

Modernleşme, bireyi çoğu zaman yalnız bırakır. Yahya Kemal de Paris’te modern bir adam olmuştu ama bu, eskiye olan aidiyetini silmemişti. Frenk gecelerinde içki masalarında oturmuş, filozofların kitaplarını okumuş ama bir Bektaşi tekkesine gittiğinde bağdaş kurmayı bile unutmuştu. Kendi medeniyetinin kodlarını hatırlamak için bir müzik parçasına, bir semt gezintisine ya da bir minare gölgesine ihtiyaç duyuyordu. İstanbul’un eski ruhu ona ait olduğu yeri hatırlatıyordu ama o artık buranın eski bir sakini değil, dönmüş ama tam anlamıyla yerleşememiş bir yolcuydu.

 

Nev-Yunanilikten Osmanlı Ruhu’na

 

Yahya Kemal’in düşünsel yolculuğu da bu aidiyet krizinin bir yansımasıydı. Gençliğinde Batı’nın “Yunan Mucizesi” anlatısına kapılmış, hatta Yakup Kadri ile birlikte Nev-Yunanilik düşüncesini savunmuştu. Onlara göre modern Türk edebiyatının yeni bir uyanışa ihtiyacı vardı ve bu uyanış, tıpkı Avrupa’daki Rönesans gibi, Eski Yunan’ın estetiğiyle başlamalıydı. Ama zamanla fark etti ki, bu mitolojik büyü, Avrupalıların icadıydı. Yunanlılara atfedilen birçok kavram, aslında Akdeniz’in ortak mirasıydı; içinde Mısırlıların, Fenikelilerin, Asurluların, Bizans’ın ve Osmanlı’nın izleri vardı.

 

Yahya Kemal, zamanla bu hayranlığını terk ederek Osmanlı medeniyetinin ruhunu keşfetti. Sinan’ın Süleymaniye’sinde, Itrî’nin Tekbiri’nde, eski İstanbul sokaklarında dolaşan medeniyetin sesini duymaya başladı. “Biz medenîler, Akdeniz’in etrafında, bir havuzun kenarlarındaki kurbağalar gibiyiz” derken, Batı’nın kendisini merkez, diğerlerini ise birer eklenti olarak görme alışkanlığını eleştiriyordu. Ona göre medeniyet sadece Avrupa’dan ibaret değildi; Akdeniz’in her köşesinde bir iz vardı ve Osmanlı, bu büyük mozaiğin en güçlü unsurlarından biriydi.

 

Bir Medeniyetin Hafızası: Din, Sanat ve Şehir

 

Yahya Kemal’in en büyük keşfi, Osmanlı ruhunun yalnızca siyasi bir yapı değil, estetik bir bilinç olduğu gerçeğiydi. Ona göre din, sadece kurallardan ibaret değildi; bir tekbirde, bir hat levhasında, bir cami avlusunda hissedilen büyük bir kültürel hafızaydı. Ahmed Naim Bey ile yaptığı tartışmalarda, onun din anlayışını çok katı buluyordu. Çünkü Yahya Kemal, İslam’ı estetik bir yorumla kavrıyordu: “Ben her şeyden önce bir Türk gibi duyarak yazarken İslamiyet’in çok katı, çok maddî, âdetâ riyazî olan uknumlarının üstünden atlayarak nehyettiği noktalara kadar gidiyordum.”

 

Bu bakış açısı, onun kültüre duyduğu derin ilgiyi de açıklıyordu. Ona göre, İstanbul’un sokakları, tekkeleri, mezar taşları, hatta bir kandil gecesi yakılan bir mahya bile bir medeniyetin hafızasını taşıyordu. Bir şehir, sadece binalardan ibaret değildi; içinde yaşayanların ruhuyla anlam kazanıyordu. İşte bu yüzden Yahya Kemal için camiler, tekkeler, eski İstanbul manzaraları bir “milli rüya” idi.

 

Ona göre, Batı’dan dönen Türk aydınlarının en büyük hatası, bu rüyayı unutmaya çalışmalarıydı. Halbuki, kimlik bir soyutlama değil, yaşanan bir gerçeklikti. Çocukken duyulan ezan sesi, büyükannelerin odasında dinlenen Kur’an sesi, Ramazan akşamlarının huzuru... Bunlar, bir milletin hafızasını oluşturan unsurlardı. Yeni semtlerde büyüyen, ezan sesi duymayan çocukların kültürel hafızaları eksik kalıyordu. Yahya Kemal, milliyet fikrini bir ideoloji olarak değil, bir duygu olarak kavrıyordu: Eğer insanlar, bu duyguyu kaybederse, millet olma bilinci de kaybolurdu.

 

Yahya Kemal’in yolculuğu, yalnızca bir şairin Batı’dan Doğu’ya dönüşü değil, aynı zamanda modernleşme sürecinde bir milletin kendi kimliğiyle yüzleşme hikâyesidir. Batı’nın göz kamaştırıcı fikir dünyasında kaybolan birçok aydın gibi o da bir süreliğine kendi köklerinden uzaklaşmış, Nev-Yunanilik hayalini kurmuştu. Ancak zamanla anladı ki, kimlik bir tercih değil, birikmiş bir hafızadır. Kültürel aidiyet, bir anda terk edilip yenisiyle değiştirilebilecek bir elbise değil, geçmişin ve bugünümüzün birleşiminden oluşan bir ruh halidir.

 

Paris’te modern düşüncelerle büyüyen şair, İstanbul’a döndüğünde içinde köklerinden gelen derin bir özlemi keşfetmişti. Camilerin gölgesinde, tekkelerin nefeslerinde, Tanburî Cemil Bey’in müziğinde kendi yurdunu yeniden bulmaya çalıştı. Ancak tam anlamıyla dönebildi mi? İşte bu sorunun cevabı daima belirsiz kaldı. Onun trajedisi de buradaydı: Ne tam bir Batılı, ne de tam bir gelenekçi olabilmişti. Gittiği yerde bir yabancı, döndüğü yerde ise geçmişine ait ama oraya tam anlamıyla yerleşemeyen bir adam olarak kaldı.

 

Bu durum, aslında modernleşen birçok toplumun ortak meselesidir. Gelenek ile değişim arasındaki bu çatışma, sadece Yahya Kemal’in hikâyesi değil, birçok insanın ve milletin hikâyesidir. Kültürel hafıza, zamanın içinde şekillenir ve yok olmaya başladığında, kimlik de kaybolur. Yahya Kemal’in şiirleri, yazıları ve fikirleri, bize bu hafızayı korumanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatır. Çünkü milletler, yalnızca yasalarla veya ekonomik gücüyle değil, aynı zamanda ortak hatıralarıyla ayakta kalır.

 

Bugün, hızla değişen dünyada, Yahya Kemal’in yaşadığı kimlik sancıları daha da derinleşmiş durumda. Yeni nesiller, ezan sesi duymadan, eski İstanbul’un ruhunu hissetmeden büyüyor. Kültürel hafızamızın en önemli unsurları modernleşmenin içinde kayboluyor. Ancak Yahya Kemal’in mesajı açık: Modernleşmek, geçmişi unutmak demek değildir. Tam tersine, geçmişin değerlerini anlamadan modernleşmek, insanı ve toplumu köksüz bırakır.

 

Yahya Kemal’in cami avlusunda hissettiği yalnızlık, bugün birçok insanın iç dünyasında yankılanıyor. Ama belki de hala bir umut var. Çünkü o, her şeyin sonunda şu cümleyi söyleyerek kendini teselli etmişti: “Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür; madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür!”

 

Bu duygu kaldıkça, belki de hiçbir zaman tamamen kaybolmayacağız.