Tarih bir harita mıdır, yoksa bir nehir mi? İnsan, geçmişin haritasında mı yol alır, yoksa kendi hafızasının dalgalarında mı sürüklenir? Yahya Kemal, Tanpınar ve Bergson’un zihin dünyasında dolaşırken, bu soruların yankılarını duyuyoruz. Bergson’un "durée" kavramı, Yahya Kemal’in "imtidad" anlayışı ve Tanpınar’ın "değişerek devam etmek" fikri, bir milletin varoluş macerasını açıklayan güçlü metaforlardır.
Yahya Kemal, geçmişi bir nostalji nesnesi olarak görmedi. Ona göre tarih, raflara dizilmiş ve zamanın tozuyla kaplanmış eski kitaplardan ibaret değildi. Tarih, bilinçte ve şuurda yankılanan, bugünü şekillendiren diri bir varlıktı. Bir şiirinde İstanbul’un fethini adeta kendi yaşamış gibi anlatırken, geçmişin bir uzak hatıra değil, bugünde yaşayan bir damar olduğunu hissederiz. Tanpınar’ın “zamanın ezeli kanununa boyun eğmeyen” roman kahramanları da bu bilinçle hareket ederler. Çünkü tarih, sadece bir geçmiş anlatısı değil, aynı zamanda bir geleceği inşa eden bilinç akışıdır.
Fakat modernleşme, bu akışa ket vurmak istedi. “Yeni”nin putlaştırıldığı, “eski”nin bir yük gibi görüldüğü zamanlarda, geçmişin hafızadan kazınması gerektiği düşünüldü. Yahya Kemal’in “Kör Kazma” yazısı, bu trajik hafıza kaybının en güçlü eleştirilerinden biridir. İstanbul’un tarihî yapılarının hiçbir düşünceye dayanmadan yıkılması, geçmişin, geleceğin temeli olduğu fikrini anlamayan bir zihniyetin yansımasıydı. Oysa hafızasız bir millet, tıpkı belleğini yitiren bir insan gibi, kendi kimliğinden kopmaya mahkûmdur.
Tarih, sadece geçmişin kaydı mıdır, yoksa geleceği inşa eden bir yaratıcı hamle mi?
HAFIZA, KİMLİK VE ZAMANIN İZLERİ
Bergson’un “durée” (süre) kavramını anlamadan Yahya Kemal’in “imtidad” fikrini tam olarak kavrayamayız. Bergson’a göre zaman, birbirinden kopuk anların mekanik bir toplamı değil, sürekli bir akıştır. Hafıza, bu akışın devamlılığını sağlayan köprü gibidir. İnsan, hafızası sayesinde kendisi olarak kalır, geçmişini taşıdığı ölçüde var olur. Yahya Kemal’in İstanbul’a, Osmanlı’ya, Malazgirt’e, Yavuz’a duyduğu ilgi de tam olarak budur: O, geçmişi bugünde yaşayan bir güç olarak görür. Onun şiirlerinde fetih sadece bir tarihî olay değildir; sanki kendisi de fetih ordusunun bir neferi gibi, o anı yaşar.
Tanpınar, Yahya Kemal’in bu tarih bilincini devralarak bir adım öteye taşır. O, zamanın mekânda nasıl kristalleştiğini, şehirlerin ve sanat eserlerinin aslında bir milletin hafızası olduğunu anlatır. Bu yüzden Huzur romanında İstanbul, bir şehir olmaktan çok, yaşayan bir hafıza mekânıdır. Mümtaz ve Nuran, şehrin tarihî dokusu içinde, geçmişin izlerini sürerek kimliklerini keşfederler. Eski camiler, musiki makamları, şiirler ve eski konaklar, sadece fiziksel yapılar değildir; bunlar, bir milletin ruhunun yansımalarıdır.
Ancak modernleşme süreci, bu hafızayı silmeye çalıştı. Yahya Kemal’in “Kör Kazma” yazısında dile getirdiği gibi, İstanbul’un tarihî yapıları bilinçsizce yıkılıyordu. Yeni olanın mutlaka daha iyi olduğu fikri, geçmişin bir yük olarak görülmesine neden oldu. Oysa Batı’nın kendi tarihine gösterdiği saygıyı görebilseydik, modernleşmenin geçmişi yok etmek değil, onun üzerine inşa edilmekle mümkün olduğunu anlardık.
Bugün de aynı sorun devam ediyor. Tarihî binaların yerine camdan ve çelikten soğuk yapılar dikiliyor. Eski şehirler, AVM’lerle dolduruluyor. Hafıza, yerini hızla tüketime bırakıyor. Oysa Yahya Kemal ve Tanpınar’ın anlatmak istediği tam olarak şu: Hafızasız bir millet, kimliğini kaybeder. Tarihini unutan toplumlar, başkalarının tarihinin parçası olmaya mahkûmdur.
Modernleşme, geçmişi inkâr ederek değil, geçmişle birlikte yürüyerek mümkün olabilir. Bunun en güzel örneklerinden biri Japonya’dır. Japonlar, modernleşirken kendi geleneklerini yok etmemiş, tersine onları güçlendirmiştir. Yahya Kemal’in ve Tanpınar’ın savunduğu model de budur: Değişerek devam etmek, devam ederek değişmek. Yani geçmişe saplanmadan, ama onu da yitirmeden ilerlemek.
İşte bu yüzden, Yahya Kemal’in “cânan”ı bir kadın olmaktan çok bir milletin ruhunu temsil eder. O cânan ki, Osmanlı’nın taş duvarlarında, camilerinde, eski musiki nağmelerinde ve tarihî konaklarında yaşamaya devam eder. Bir millet, ancak bu cânanı kaybetmediği sürece var olabilir.
TARİHİN AYNASINDA KENDİNİ BULMAK
Yahya Kemal’in şiirleri ve Tanpınar’ın romanları, zamanın içinde kaybolmuş bir milletin yeniden kendini bulma çabasının edebî tezahürleridir. Modernleşme, genellikle geçmişle bağları koparmak, eski olanı “ilkel”, yeni olanı ise “ilerici” görmek üzerinden tanımlandı. Oysa Yahya Kemal, imtidad fikriyle bu anlayışa meydan okudu.
Peki, bir milletin tarihiyle kurduğu ilişki neden bu kadar hayati? Çünkü tarih yalnızca bir bilgi yığını değildir; tarih, bir milletin şuurudur. Bir milletin hafızası silindiğinde, onun bilinci de silinir. Hafızasını kaybeden bir insan nasıl kim olduğunu unutursa, tarihini kaybeden bir toplum da kim olduğunu bilemez. Bu yüzden Yahya Kemal’in şiirlerinde ve Tanpınar’ın romanlarında tarih, somut olayların sıralandığı bir anlatı değil, yaşayan bir organizma gibidir.
Rumeli Hisarı, Selimiye Kışlası ve Kör Kazma
Yahya Kemal, “Kör Kazma” yazısında, İstanbul’un tarihî eserlerinin bilinçsizce yıkılmasını eleştirirken, aslında hafızanın kaybına duyduğu derin acıyı dile getirir. Modernleşme uğruna eskiyi silmek, geçmişin bir yük olduğu fikrine dayanır. Oysa Batı dünyasında modern şehirler bile geçmişle uyum içinde şekillendirilmiştir. Paris’teki Notre-Dame Katedrali, Roma’daki Colosseum veya Londra’daki Westminster Sarayı yıkılmamıştır; tersine, bu şehirlerin kimliğinin temel taşları olarak korunmuştur.
Yahya Kemal’in vurguladığı gibi, tarihî eserler yalnızca taş ve harçtan ibaret değildir; onlar, bir milletin ruhunun maddeye bürünmüş hâlidir. Selimiye Kışlası’nın mimari güzelliğini fark edemeyenler, onu sadece bir “eski bina” olarak görüp yok etmek istemiştir. Yahya Kemal’in bir Avrupalı mimarla yaptığı konuşmada, o mimarın Selimiye’yi bir şaheser olarak görmesi, bu körlüğün ne kadar büyük bir kayıp olduğunu gösterir.
Musiki, Şiir ve Kimlik
Yahya Kemal ve Tanpınar için tarih yalnızca mekânda değil, seste, musiki makamlarında, şiirde ve dilden süzülen anlamlarda da yaşar. Huzur romanında Mümtaz ve Nuran’ın eski Türk musikisine olan ilgisi, bir nostalji değildir. Bu, geçmişin bugüne taşınması, kimliğin derinlerde yeniden keşfedilmesi sürecidir.
Tanpınar’ın deyişiyle, “devam ederek değişmek, değişerek devam etmek” işte tam da burada anlam kazanır. Osmanlı musikisi, Yahya Kemal’in şiirleri, eski konakların zarafeti; tüm bunlar bir geçmişin bugünde nasıl yankılanabileceğinin göstergesidir. Tarihî eserler yıkılabilir, eski besteler unutulabilir, eski diller modern dillerin içinde eriyebilir. Ama bunların taşıdığı ruh, şuurunu kaybetmemiş bir toplumda yeniden canlanabilir.
Bu noktada, modernleşme adına kendi değerlerini silen toplumların, aslında kendilerini köksüz ve savunmasız hale getirdiklerini görüyoruz. Tarihi bir yük olarak gören toplumlar, eninde sonunda başkalarının tarihinin bir dipnotu olmaya mahkûm olur.
Yahya Kemal’in şiirlerinde beliren İstanbul, sadece taş duvarlardan ibaret bir şehir değildir; o, fetih ordularının, musiki ustalarının, şairlerin, hattatların ve mimarların asırlardır biriktirdiği ruhun cisimleşmiş hâlidir. Bu yüzden Yahya Kemal, İstanbul’u bir şehir değil, bir cânan olarak görür. Çünkü bir milletin varlığı, onun geçmişine duyduğu sevgi ve sadakatle belirlenir.
TARİHİ HİSSETMEK VE GELECEĞİ İNŞA ETMEK
Tarih, sadece geçmişin kronolojik bir sıralaması değildir. O, bir milletin hafızası, kimliği ve varoluşunun temelidir. Yahya Kemal’in “imtidad” fikri, geçmişin bugüne sadece bir hatıra olarak değil, canlı bir bilinç olarak taşınmasını ifade eder. Bu, bir nostalji değil, bir zihniyet meselesidir.
Modernleşme, geçmişin inkârı ile değil, onunla birlikte yürümekle mümkündür. Batı bunu başarmıştır. Roma’nın eski sütunları arasında modern hayat devam edebilirken, neden biz tarihî camileri, konakları, kışlaları, musiki makamlarını ve hatta dilimizi modernliğe kurban etmek zorunda olalım? Yahya Kemal’in Kör Kazma eleştirisi, yalnızca fiziksel yıkımı değil, zihinsel ve kültürel yıkımı da işaret eder. Bir milletin kendi geçmişini anlamadan, ona karşı ilgisiz veya düşmanca bir tavır alması, onu köksüz ve savunmasız hale getirir.
Bergson’un “durée” kavramı bize zamanın sabit bir olgu olmadığını, geçmişin sürekli olarak şimdiki zamana taşındığını gösterir. Tanpınar’ın “zaman kristalleşir” dediği yer tam da burasıdır. Tarih, yalnızca kitaplarda yazılı bir bilgi değil, yaşanarak, hissedilerek ve korunarak bugüne taşınan bir bilinçtir. Yahya Kemal, İstanbul’u sadece mimari bir şehir olarak değil, asırların ruhunun maddeye büründüğü bir varlık olarak görüyordu.
Bugün hâlâ Yahya Kemal’in ve Tanpınar’ın uyardığı tehlike devam ediyor. Hafızasını yitiren bir toplum, eninde sonunda kimliksizleşir ve başka bir medeniyetin gölgesinde var olmaya mahkûm olur. Oysa imtidad, yani geçmişi değişerek devam ettirme bilinci, bizi yalnızca tarihî eserleri korumaya değil, geleceği kendimiz olarak inşa etmeye de teşvik eder.
Şimdi önümüzde bir seçim var: Ya geçmişi bir yük olarak görmeye devam edip kimliğimizden vazgeçeceğiz ya da Yahya Kemal’in işaret ettiği gibi, geçmişin ruhunu bugüne taşıyarak yeni bir medeniyet inşa edeceğiz.
Bütün mesele, “kökü mazide olan âti” olabilmekte.