İnsanlar bana ne zaman “neyin var” diye sorsa, cevabım hep gözle görülmeyen bir yükle başlar. Çünkü benim sahip olduklarım, başkalarının gözünde kıymetsiz; ama ruhumda yer etmiş şeylerdir. Kimisi buna delilik diyor, kimisi yoksunluk. Oysa ben her sabah uyanırken başucumda duran bir şiiri, akşam ezanıyla içime dolan sessizliği ve gece çökerken göğsümde büyüyen hatırayı kayıtlara geçirmiş biriyim. Hayatın bana bahşettiği şeyleri tek tek deftere yazmadım; çünkü defterler yalnızca rakamları taşır. Oysa benim servetim, cümlelere bile sığmayacak kadar soyut, ama bir o kadar da ağır.
Bir çöp bidonunun kapağını açarken duyduğum metalik ses, bana gençliğimin kenarında unutulmuş bir türküden daha yakın. Bir sokak lambasının altında gecenin ortasında dalıp gittiğim düşünce, bir kütüphane dolusu ansiklopediden daha çok bilgi taşır bana. Çünkü her hatıra, kendi kitabını beraberinde getirir. Kimi insan varlığını bankalardaki sayılarda arar, kimi tapu kayıtlarında. Ben ise kendi varlığımı en çok bir duvar gölgesinde, sessizce soluduğum bir anın derinliğinde buldum. O an bana hayatı hatırlattı; geçici ama etkili, uçucu ama yakıcı.
Bana biçilen rollerin hiçbirini tam olarak taşıyamadım. Ne iyi bir çalışan oldum, ne makul bir vatandaş. Ama bir bank reklamının parıltısı altında saatlerce oturup insanların geçip gidişini izledim. Her adım, kendi hikâyesini taşır. O hikâyeleri okumayı öğrendim. Herkesin aceleyle yürüdüğü caddelerde ben durdum, bir çocuğun elindeki uçurtmaya bakarken gözlerimin kenarından bir yaş daha düştü. Çünkü bazı değerler vardır, yalnızca duranların fark edebileceği kadar saklıdır. Ve ben, yürümekten çok durmayı seçtim. O duruşlarda kendimi yeniden kurdum.
Bazı sabahlar, pencereden dışarı bakarken gökyüzünde bir bulut gördüm. O bulutun şekli değiştikçe içimdeki düşünceler de biçim değiştirdi. İşte o anlarda fark ettim ki, sahip olmak kavramı yalnızca elimizde tutabildiklerimizle sınırlı olamaz. Buluta sahip olamazsın ama onu izlerken içindeki boşluğu doldurabilirsin. Ben de bulutları, gölgeleri, sesleri ve kokuları topladım. Her biri ruhumun farklı bir köşesine yerleşti. Ve hiçbirinin fiyatı yoktu. Zira değer, kimi zaman parayla ölçülemez; kalbin terazisi daha derin bir ölçüdür.
Bir gün, eski bir çuvalın içinde yüzlerce gazoz kapağı buldum. Kimileri için bu çöptü. Ama benim için çocukluğun rengârenk yankısıydı. Her kapak bir kahkahayı, bir oyunu, bir düşü hatırlattı. Ben onlarla oynamadım, onları saymadım, onları satmadım. Sadece izledim. Sessizce elimde çevirdim, çocukluğumun sokaklarına geri döndüm. Çünkü geçmiş, bazen bir metal parçasının üzerindeki çizikle geri gelir. İşte bu yüzden, sahip olmak ile yaşamak arasındaki farkı çok erken yaşta öğrendim.
Kimi zaman, yalnız başıma yürüdüğüm sokaklarda rastladığım terk edilmiş bir ayakkabı çekeceği ya da paslı bir kibrit kutusu, bana büyük mülklerin vermediği anlamı verdi. O nesnelerdeki yorgunluk, o terk edilişin sessiz dili beni büyüledi. Çünkü bazı şeyler vardır, terk edildikçe değer kazanır. Bırakılmış ama unutulmamış, kaybedilmiş ama hafızada kalan. Ben de bu unutulmuş eşyalarla dostluk kurdum. Onlara sahip olmaktan çok, onlarla yaşamaya çalıştım.
Bir kış sabahı, şehir uykudayken, bir fabrikanın duvarına yaslanıp sigara içen bir adam gördüm. O duvarda bir bekleyiş, bir tükenmişlik, ama aynı zamanda bir direniş vardı. O an, servetin yalnızca para olmadığını, bazen bir duvara yaslanabilmenin bile bir mülkiyet biçimi olduğunu anladım. O adamın duvara yaslanma biçimi, bir tapu gibi güçlüydü. Onun o duvara duyduğu aidiyet, bende kelimelere dökülemeyecek kadar derin bir iz bıraktı. İşte ben o izleri yazmaya başladım.
Zamanla içimde bir defter oluştu. Bu defterin sayfalarında evrak numaraları yoktu. Ama bir annenin fısıldadığı ninni, bir kedinin gölgesine sığınmış yavrusu, bir akşamüstü pencereden içeri süzülen ışık vardı. Her biri bana yaşamın kıyısında ama tam merkezinde olduğumu hatırlattı. Zira yaşam, çoğu zaman uçlarda aranmaz; aralıklarda sessizce var olur. Ben de o aralıklarda soluklandım.
Bana “hiçbir şeyin yok” dediklerinde, gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. Çünkü orada her şeyim vardı. Bir yıldızın titremesi, rüzgârın tenime çarpması, uzaktan gelen bir ezan sesi. Hepsiyle manevi bir bağ kurdum. Onlar bana ait olmasa da, ben onlara ait hissettim. Ve işte bu his, her şeyden daha çok şeydi. Çünkü bazı sahiplikler ruhla kurulur. Ve ruhun sahip olduğu hiçbir şey başka birine devredilemez.
Ben, çoğu zaman değer verdiğim şeylerle alay edildiğini gördüm. Bir kibrit kutusuna ya da bir gazoz kapağına saatlerce baktığımda, insanların yüzündeki küçümseyici ifadeyi tanıdım. Ama yine de o bakışların içime sızmasına izin vermedim. Çünkü içimde taşıdığım anlam, dışarıdan bakıldığında görülmeyen bir ışık gibiydi. O ışığı ben söndürmedikçe kimse söndüremezdi. Ve ben o ışığı hep taşıdım. Gözümün içinde parlayan, kelimelerimin ucunda titreyen bir ışık. Bazen bir çöp bidonunun başında beklerken bile o ışık benimleydi. Çünkü bazı değerler, yalnızca sahip olunan şeylerden doğmaz; bazen yalnızca bakabilmekten, duyabilmekten ve unutmamaktan doğar.
Her insanın bir terazisi vardır. Ama o teraziyle neyi tarttığı, hangi ağırlığı ölçmeye çalıştığı önemlidir. Benim terazim, kelimeleri, hatıraları ve bakışları tartar. Bir insanın gözlerinde bir saniyelik bir dalgınlık gördüğümde, onun iç dünyasına dair onlarca şey hissederim. O yüzden benim için kıymet, her zaman içte olanla ilgilidir. Dışarıdan gösterilen zenginlikler, içte bir boşlukla taşınıyorsa, o zaman hiçbir şey değildir. Ama bir ıslık sesiyle kalbi titreşen biri varsa, o kalpte ölçülmesi güç bir hazine vardır. Ben o hazineyi aradım. Her sokakta, her durakta, her duvarda.
Bir gün rüzgârla birlikte gelen bir kâğıt parçası önümde durdu. Üzerinde bir not yoktu ama köşesi yıpranmıştı, bir köşesi ise ıslanmış. O iz bana, birinin elinden düştüğünü, belki de elinden bırakmak istemediği hâlde bıraktığını düşündürdü. İşte o an, değerin bazen elde kalanla sınırlı olmadığını, yitip gitmiş olanın da derin bir anlam taşıyabildiğini fark ettim. Çünkü bir şeyin yokluğu, bazen varlığından daha çok anlatır. Tıpkı bir dostun ardından kalan sessizlik gibi. O sessizlikte yankılanan özlem, o dostun kendisinden daha güçlüdür.
Zenginlik dediğimiz şey, çoğu zaman başkalarının gözleriyle şekillenir. Kim neye kıymet veriyorsa, toplum da ona yönelir. Ama ben kendi gözümle görmeyi, kendi kalbimle duymayı seçtim. Bu yüzden de çoğunluğun değer verdiklerinden uzaklaştım. Altın bileziğin ağırlığına odaklanmadım; bir çocuğun çizdiği yamuk kalbin anlatmak istediği duyguyu anlamaya çalıştım. Çünkü o çizimde bir sevgi vardı, bir anlatma çabası. Ve anlatmak, her zaman kıymetlidir. Hele ki kimse dinlemezken anlatmak.
Bir gün, köhne bir parkta, çatlamış tahtaların üzerinde otururken, bankın sırt kısmına kazınmış bir cümle gördüm. Belki bir genç yazmıştı, belki de bir yaşlı. “Seni unutmadım” yazıyordu. Bu kadar basit, ama bu kadar derin. İşte ben bu cümleye değer verdim. Çünkü unutulmamışlık, insanın içini sıcak tutan tek yorgan olabilir. Ne kadar zaman geçerse geçsin, birinin hâlâ hatırlıyor olması, insanı yaşama bağlayan en güçlü iptir. Ve ben o ipleri tutmaya çalıştım hep. Elimden kayanlar oldu, ama değersiz gördüğüm hiçbir şey olmadı.
Çoğu kişi sahip olduğu mülkiyetle övünür. Bense kaybettiklerimin ardından yazdığım cümlelerle ayakta kalırım. Çünkü kaybın öğrettiği bir sadelik vardır. O sadelikte gözyaşının tuzu, bir dostun sessizliği ve bir annenin göz ucundan süzülen umut saklıdır. Ben o sadeliği seçtim. Kalabalıkların içinde unutulan değerleri, terk edilmiş mahallelerin duvar yazılarını, susmuş ağızların anlatamadığı iç çekişleri okudum. Her biri bana insanın asıl sermayesinin ne olduğunu fısıldadı. O sermaye, kalptir. Ve kalp neye kıymet veriyorsa, insan da odur.
Bir başka akşam, deniz kenarında yürürken, ayaklarımın altındaki taşlar arasında ezilmiş bir çiçek gördüm. Üzerinden kaç ayak geçmişti bilinmez. Ama hâlâ renk veriyordu toprağa. O çiçek bana bir direnci, bir kabullenişi, ama aynı zamanda bir asaleti anlattı. Değer, bazen yere düşen ama ezilmemeye direnen o küçük varlıkta gizlidir. İşte ben o çiçekle konuştum. Bana “hala buradayım” dedi. Ve bu “buradalık” hissi, bana hiçbir servetin veremeyeceği kadar kıymetli bir aidiyet duygusu verdi.
İnsan kendine ait olanı, yalnızca satın aldığı şeylerde bulmaz. Ben en çok, kaybolmuş ama hâlâ orada bir yerde duran izlerde buldum kendimi. Bir taşın yüzeyine kazınmış harflerde, bir şarkının nakaratında takılı kalan melodide. Değer, çok zaman sonra hatırladığında bile içini titreten şeydir. Ve ben bu titreşimi hiç kaybetmemeye çalıştım. İçimde bir yer, her zaman duyarlı kaldı. Belki de bu yüzden dünyayla aramda hep ince bir perde oldu. Herkes bakarken görmediği, ben görmeden hissettiğim şeyleri biriktirdim.
Kimi zaman bir kış sabahı, kimi zaman bir yaz akşamı, kimi zaman da sonbaharın çürümeye dönmüş rüzgârında yaşadım bu hissi. Değerin dört mevsimi yoktur. O hep aynı kalır. Ama onu fark eden göz değişir. Ben o gözle bakmaya çalıştım. Herkesin geçip gittiği yerlerde durdum. Herkesin attığına eğildim. Herkesin sustuğuna kulak verdim. Çünkü bana göre, kıymet orada gizlidir. Oraya eğilen, orada susan, orada kalan bilir.
Ben bu yazıyı yalnızca kendi için yazan biri değilim. Aynı hissi yaşamış, ama anlatmaya kelime bulamamış herkes için yazıyorum. Çünkü gerçek değer, yalnız yaşanmaz. Paylaştıkça artmaz belki ama yankısı büyür. O yankıda, başkasının kalbine dokunan bir titreşim olur. Ve işte o titreşim, bence dünyanın en büyük servetidir.
Hayatın bana öğrettiği en önemli hakikat şudur: İnsanı insan yapan şeyler, çoğu zaman kayıtlara geçmeyenlerdir. Resmî belgelerde adım var, kimlik numaram var, belki de birkaç kurumda arşivlenmiş bilgilerim. Ama beni ben yapanlar arasında ne çocukken ilk kez öğrendiğim kelimenin sesi, ne ilk hüsranımın gözyaşı, ne de annemin elini tuttuğum o derin anların sıcaklığı var. Onlar belgelenmedi. Oysa ben o anlarla var oldum. O yüzden her resmi defterin karşısına bir gayriresmî defter açtım. O defterde bana ait kılınanlar yazılıydı; sahip olduklarımın ötesinde bir anlam taşıyordu her satır. Beni hayata bağlayan her şey, oradaydı.
Aidiyet, çoğu zaman sahiplikten daha fazla derinlik taşır. Bir taşı satın alamazsın ama ona bastığında hissettiğin güven, o taşa ait olduğunu gösterir. Bir evi satın alabilirsin ama onun duvarlarına sinen geçmişin izine ait hissedemezsin. Hayatım boyunca sahip olduklarımın ötesinde, ait olduğum duyguları, izleri ve yankıları önemsedim.. Belki bu yüzden yıllardır aynı pencereden aynı manzaraya bakıp, her seferinde başka bir şey gördüm. Zira aidiyet, göze görünenden ziyade kalbe yerleşen bir bağdır. O bağ kurulmuşsa, yer değişse bile iz silinmez.
Bazen kendimi bir taşın, bir duvarın ya da bir sokağın parçası gibi hissettim. Çünkü orada bir zaman kalmışlığım, bir duraklamışlığım, bir bekleyişim olmuştu. İnsan nereye gözyaşı bırakmışsa, oraya ait olur. Nereye iç çekmişse, nereye içini dökmüşse... Ben de her iç döküşümde bir yere tutundum. Fiziksel sahiplik olmadan kurulan bağ, bana her tapudan daha sağlam geldi. Bir çay bahçesinde, bardakta kalan son damlayla yaşadığım yalnızlık, bir apartman katında yıllarca yaşanandan daha gerçekti. Çünkü hissettiğin kadar yer tutarsın bu dünyada.
Benim için servet, birikmiş nesnelerden ziyade içime sinmiş izlerde anlam bulur. Her biri zamanın bir anına kazınmış, ama hâlâ yaşayan izler. Bir çocuğun gülüşü, bir yaşlının suskunluğu, bir kadının bakışında titreyen geçmiş... Bunlar bende kalır. Kimseye satılmaz, kimseye anlatılmaz, ama içimde sürekli konuşur. O yüzden ruhumda yer eden her şey, bana görünmez bir harita çizer. O haritada para yok, tapu yok, şifre yok. Ama yön var, derinlik var, anlam var. İşte ben o anlamın izini sürerek yürüdüm.
Birinin ardından söylenen dua, içilen bir yudum su, açken paylaşılan bir lokma... Bunların her biri, bir mülkten daha kalıcıdır. Çünkü bunlar kalpte yer bulur. Kalbin bir köşesinde tutulan her küçük şey, büyüyerek insanı şekillendirir. Ve bu şekillenişin ne resmi kaydı olur ne maddi karşılığı. Benim şeklimi, düşen yapraklar, çırpınan kuşlar ve suskun geceler çizdi. O yüzden bir aynaya baktığımda, sadece yüzümü görmem. Aynada geçmişimden gelen izleri, yaşanmış ama anlatılmamış hikâyeleri, birikirken farkına bile varmadığım derinlikleri görürüm.
İnsan bazen kaybettiklerinden oluşur. Ve bu kayıplar onu eksiltmek yerine başka bir biçime dönüştürür. Ben yitirdiklerimle yıkılmadım; aksine, o yıkıntıların içinde başka bir ben inşa ettim. Çünkü her kayıp, bir yeniden kurma imkânı doğurur. Ve bu imkân, sahip olmaktan daha kuvvetlidir. Sahip olunan şey elden çıkar, unutulur, yenisi alınır. Ama kaybedilenin içte bıraktığı boşluk, yeni bir anlamın kökü olur. O kökten doğan benlik, kolay silinmez. İşte ben kendimi orada buldum: Kaybolmuşlukların içinden doğan bir anlamın içinde.
Bugün biri bana, “senin neyin var” dese, artık susmam. Derim ki: Benim bir gökyüzüm var, bulutları ezberlediğim. Bir rüzgârım var, her seferinde başka bir şeyi hatırlatan. Bir duvarım var, yaslandığımda içimi bırakabildiğim. Ve bir sessizliğim var, kelimelerden daha çok konuşan. Bunların hiçbirini satın almadım, ama her biri beni var etti. Her biri beni ben yaptı. Çünkü ben, resmi kayıtların yazmadığı, ama ruhumun hep bildiği bir defterin sahibiyim.
Şimdi geçmişe bakarken ne bir pişmanlık taşıyorum, ne bir haset. Çünkü her sahip olamama, bana başka bir duygunun kapısını açtı. Her eksik kalan, başka bir derinliğin anahtarı oldu. Ve her yanlış anlaşılış, kendimi daha iyi tanımama vesile. O yüzden bugüne, elinde resmi bir mal beyanı olmayan, ama iç dünyasında zenginlikten başı dönmüş biri olarak geldim. Belki hiç kimse bunu görmeyecek. Ama ben biliyorum. Ve bazen bilmek, görülmekten daha fazlasını sağlar.
Sözün özü şudur: Gerçek servet, ruhun arşivine kaydedilenlerdedir. Kimlik kartına yazılmaz, banka hesabında tutulmaz, tapuya geçmez. Ama bir bakışta, bir susuşta, bir özleyişte ortaya çıkar. Ve o anlarda insan, kendine ait olanı bulur. Bu yüzden ben, sahip olduklarımla tanımlanamayacak kadar derin, kaybettiklerimle eksilmeyecek kadar tuhaf bir varoluşun içindeyim. Ve o varoluşun içinde, resmi kayıtlara geçmeyen her şeyin bana bıraktığı izle yürüyorum.