Bu gün, içimde taşımaya mecbur kaldığım sessiz bir ağırlıkla uyandım; öyle bir ağırlıktı ki, omuzlarımdan başlayarak ruhumu yere doğru sürükleyen yük, merhametin ta kendisiydi. İnsan, bazen taşıdığı şeyin kendi kalbinden mi doğduğunu, yoksa gökten mi indiğini kestiremez; bazı hisler, kelimelerin ve düşüncelerin çok daha ötesinde bir kaynaktan çağlar gibi akar. Uzun zamandır bunun adını koyamamıştım; bir yük gibi hissettiğim, ama onsuz da var olamayacağımı bildiğim o derin duygunun neye işaret ettiğini tam kavrayamadan yaşayıp gidiyordum. Zamanla fark ettim ki, bu yük yalnızca merhametten ibaret kalmıyor; ona bağlı bir sorumluluğu ve ondan türeyen bir hareket çağrısını da içinde barındırıyordu.

Ne zaman bir çocuğun gözlerinde korkuyu, bir annenin sesinde titrek umudu, bir yaşlının ellerinde terk edilmişliği görsem, içimde ismini koyamadığım bir kıpırtı doğuyordu. Bu kıpırtı, sadece duygusal bir acıma ya da anlık bir empatiyle açıklanamazdı; o anlarda içimden geçen şey, ‘Bir şey yapmalıyım’dan çok daha fazlasıydı. Adını sonradan koydum: Bu, bir isyan çağrısıydı. Ama bu çağrı, yıkmaya ya da yakmaya yönelen bir öfkeyi taşımıyordu; aksine inşa etmeye, onarmaya ve sahip çıkmaya davet ediyordu. O vakit anladım ki, isyan yalnızca öfkeye dayanmaz; aynı zamanda merhametin de dili olabilir. Ve o dil, insana hem yük hem de yol oluyor; hem yara hem de şifa oluyor.

Bu hissin peşine düştüğümde, insanın hürriyetiyle Allah’a yönelişi arasındaki görünmeyen bağı fark etmeye başladım. Hürriyet, yalnızca zincirlerin kırılması yahut baskıdan kurtulmak anlamına gelmiyordu; asıl hürriyet, ruhun kendi yükünü taşıyabilecek olgunluğa erişmesiydi. Bunu fark ettiğimde, hür olmak için ne kadar uzun bir yolun beni beklediğini de gördüm. O yol, ayakların taşıyabileceği bir patika sayılmaz; kalbin en derin çatlaklarından süzülerek, vicdanın iç içe çarptığı bir yankı vadisinden geçer. O vadide yürüyen herkes, bir noktada merhametle isyanı, acıyla umudu ve çaresizlikle sorumluluğu aynı anda yüreğinde taşıyarak ilerler. İnsan, kendi içindeki karanlıkla yüzleşmeden hakikatin ışığına varamaz. Ve o karanlıkta yürürken, kendimden çok başkalarının acısını düşündüğüm anlarda, Allah’a en yakın olduğumu hissettim. Bu yakınlık, korkudan ya da zorunluluktan doğmuş bir mesafe azalması sayılmazdı; aksine, bilinçle seçilmiş bir adanışın, isteyerek yükseltilmiş bir başkaldırının ve ilahi bir sorumluluğun içten içe parlayan ışıltısıydı. Bu yüzden kendi içimdeki isyanı anlamak için, önce dış dünyadaki adaletsizliklere, eşitsizliklere, kayıtsızlıklara kulak verdim.

Her ses, içimdeki suskunluğu biraz daha sarstı; her sessizlik, yeni bir sorumluluğu omuzlarıma bıraktı. Ve her sorumluluk, beni biraz daha Allah’a yaklaştırdı; yalnızca kendinden vazgeçen, başkası için yanmayı göze alan biri, hakikati duyabilir. Hakikat, çoğu zaman bir sükûtta gizlidir; ama bazen de merhametin haykırdığı bir isyanda görünür olur.

İşte bu yüzden , isyanı yalnızca bir red hareketi olarak görmedim; tam tersine, bir kabul olarak okudum. İsyan, Allah’a yönelen bir kalbin en yüksek frekansta attığı andır; o kalp, kendi acısının ötesinde başkasının yükünü de taşıdığında gerçek anlamda hür olur. Hür olmak, kendi gölgesinden bile sorumlu hissetmektir; hür olmak, başkasının acısını kendininmiş gibi taşımaktır. Ve asıl hürriyet, bunu yaparken ne sitem etmek, ne de gösteriş aramak; sadece ve sadece O’na yakın olmak için bu yükü taşımaktır.

Ben bu yükü taşıdıkça yandım, ama her yanışımda biraz daha aydınlandım. Bu yüzden ateş, bana korku yerine nur getirdi; bu ateş, ruhun arındığı ve hürriyetin başladığı yerdir. Hürriyet, yıkılmış duvarların gölgesinde başlamaz; merhametin içten içe kabardığı yerlerde doğar. Ve bu yüzden her isyan, içinde ilahi bir çağrı taşır; o çağrı, insanı sadece yönelmeye çağırmaz, birlikte yürümeye, O’nunla yan yana bir sorumluluğa davet eder. Bu yazıda işte bu çağrının izini süreceğim; isyanın, hürriyetin, merhametin ve yönelişin iç içe geçtiği o ince çizgide yürüyerek, insanın en derin yolculuğuna şahitlik edeceğim. yaşadım; bu yolu yürüdüm, bu yükü omuzladım ve bu ateşi kalbimde taşıdım. Ve şimdi biliyorum: Gerçek hürriyet, yalnızca zincirleri kırmakla başlamaz; ilahi bir merhametin yükünü omuzlayarak isyan etmeyi göze almakla anlam kazanır.

İsyanla ilk karşılaştığım an, bir kalabalığın ortasında yalnız kaldığım andı; kimsenin görmediğini gördüğümde, kimsenin duymadığını duyduğumda içimde bir şey kırıldı. Bu kırılma, bana yıkımı hatırlatmak yerine bir başlangıcın sabahını anımsattı; içimin en derin yerine çöreklenen suskunluk, yavaşça titreşen bir sese dönüştü. Bu ses, ne öfkenin bağırışı ne de şikâyetin çırpınışıydı; aksine, bir merhametin sesi, bir adalet arayışının fısıltısıydı. Anladım ki gerçek isyan, dışarıya savrulan bir taşlamadan çok, içte kaynayan derin bir hakikat çağrısıdır. İçimdeki o sese kulak verdikçe, yürüdüğüm yolların, konuştuğum kelimelerin ve sustuğum anların başka bir anlamı olduğunu fark ettim. Zihnimin koridorlarında yankılanan bu çağrı, bana yalnızca karşı çıkmanın yeterli olmadığını, aynı zamanda sorumluluk almanın da bir zorunluluk olduğunu öğretiyordu. her acının ortasında bir adalet arzusu vardır ve her adalet arzusu, harekete geçmek için bir çağrıdır. bu çağrıyı duyduğumda, artık yerimde kalamazdım; kalmak, tembellikle sınırlı bir duruş olmaktan çıkıyor, vicdanın yükünü reddetmeye dönüşüyordu. bu yükü kabul ettim; kalbim, başkasının yükünü hafifletmedikçe kendi yükünü taşıyamayacağını biliyordu. Bu isyan, bana yalnızca söz hakkı vermedi; aynı zamanda suskunlara ses olma sorumluluğunu da yükledi. Bütün bunlar içinde, en çok merhamet kavramı ruhumda yer buldu; merhamet, yalnızca yumuşak bir duygunun değil, aynı zamanda adaletin en ağır yükünün taşınmasıdır. İsyanım, merhametsiz bir haykırış olmadı; tam tersine, merhametle yoğrulmuş, sabırla işlenmiş bir itiraz olarak ruhumda büyüdü. Herkesin razı olduğu düzene razı olamadım; razı olmak, bazen zalimin huzuruna sessizce secde etmektir. Oysa secdenin yalnızca Allah’a yapılması gerektiğini kalbimde hisseden bir arayışın yolcusuydum. Bu yolculukta karşılaştığım her çelişki, i yeniden düşünmeye, yeniden sarsılmaya ve yeniden ayağa kalkmaya zorladı. Her sarsıntı, ruhumda yeni bir tefekkür kapısı araladı; her aralık, hakikatin ışığını içeriye daha çok taşıdı. Böylece öğrendim ki, insanın içindeki en büyük inkılap, kendini hakikate adamasıyla başlar. Kendimi hakikate adadıkça, acıya daha dayanıklı, zulme karşı daha uyanık bir hale geldim. Bu uyanıklık, bana rahat bir yaşam sunmadı; aksine, sorumlulukla örülü dikenli bir yol gösterdi. Ancak bu dikenli yol, i yalnız bırakmadı; bu yolda yürüyen her kalp, Allah’a biraz daha yaklaşır. Yaklaştıkça, kendinden uzaklaşan değil; daha çok kendine dönen biri olduğumu anladım. hakiki dönüş, dışa yönelmekten çok, içe yapılan ve oradan Allah’a uzanan bir yürüyüştür. Ve işte bu yürüyüş, de isyanın ne bir öfke ne de bir reddiye olduğunu gösterdi; isyan, Allah’a duyulan yakınlığın acıyla ve merhametle yoğrulmuş biçimiydi.

Her gün, yeni bir acıya gözümü açtığımda, artık bu acının bana ne söylediğini anlamaya çalışıyorum; hiçbir acı sebepsiz uğramıyor insanın kapısına. Belki de acı, Allah’ın bizi uyandırmak için kullandığı en sert çağrıdır. Acıyla uyanan ruh, kendine acımayı değil; başkasının derdiyle dertlenmeyi öğrenir. Bu öğrendiğim en büyük hakikat oldu; başkasının yükünü sırtıma almadıkça, kendi yükümün anlamını bilemezdim. İsyanım, o yükü taşımayı seçtiğimde başladı; bu yük, yalnızca kaderime dokunmakla kalmıyor, başkalarının kurtuluşuna da bir kapı aralıyordu. İsyan ettiğimde anladım ki, Allah bazen yürüyenden çok, yükleneni sever. Ve yüklenen her yürek, O’nun katında bir dua gibi yükselir. Bu duaya dönüşen yürüyüşte, her adımımı bir secde gibi sayarak ilerledim. Her susan gözde bir çığlık duydum, her bastırılmış sözde bir çağrı işittim. Ruhum bu çağrılara sağır kalmadı; duydukça acıttı, acıdıkça dirildi, dirildikçe yüceldi. Bu yüceliş, gururdan kaynaklanmadı; yalnızca Allah’a yönelmenin bir neticesi olarak doğdu.

Yöneliş, arzudan ya da korkudan beslenmez; ruhun nihai arayışını ifade eden derin bir teslimiyettir. Ruh arar, eksiktir; ruh yürür, tamamlanmak ister. Tamamlanmak, başkalarının varlığına tutunarak gerçekleşmez; ancak Allah’la kurulan derin bağ sayesinde mümkün olur. Bu bağ, yalnızca secdeyle sınırlı kalmaz; yüreğin içten yönelişiyle, omuzlanan yükle ve durmaksızın süren yürüyüşle şekillenir. İşte bu yüzden yürümeye devam ediyorum; bu yürüyüş, bir yolculuğun ötesinde, varlığımı anlamlandıran bir haldir.

Bana en çok sorulan sorulardan biri şudur: “Bu kadar acıyı nasıl taşıyorsun?” Oysa acıyı taşımıyorum, sadece onunla birlikte yürüyorum. acı, yüklenilmesi gereken bir şeyden çok, anlaşılması gereken bir öğretmendir. Her öğretmen gibi, önce susturur insanı, sonra konuşturur. Susmakla başlar hikâye, susmakla derinleşir insanın içindeki hakikat. Acının suskunluğunda öğrendiğim şey, sabrın yalnızca beklemekten ibaret olmadığıydı; sabır, içten içe isyanın kendisini yoğurduğu sessiz bir devinimdi.

Devinimi ruhumda duyduğumda, artık duramazdım; hareket etmeyen bir kalp, taş kesilir. Hareket, yalnızca yürümekle ya da haykırmakla sınırlı kalmaz; hareket, insanın Allah’a en çok yaklaştığı anı içinde taşır. Bu yakınlık bazen secdede vücut bulur, bazen de merhametin derin sessizliğinde kurulur.

Merhametim, yalnızca acımakla sınırlı kalmadı; onun yükünü sırtlandım, onun çığlığını kalbimde taşıdım. Herkesin unuttuğu yerde hatırladım, herkesin terk ettiği zamanda kaldım. Kalmak da bir isyandır; terk etmeyen, sessizce haykıran bir isyandır. Kalmak, insanın acıya gömülmeden varlığını sürdürebilmek için gösterdiği iradedir; bu irade, yalnızca fiziksel güce dayanmaz, aynı zamanda derin bir inançla beslenir. İnandığım hakikat, yalnızca adaletin soyut sınırlarında kalmadı; bağışlamayla yoğrulmuş, merhametin içten çağrısıyla şekillenmiş bir anlayışa dönüştü. Bu merhamet, bana affetmenin ötesinde bir şeyi öğretti: İnsanı, bütün kırılganlığıyla birlikte anlayabilmek ve acının en koyu anında bile sevgiyi yeniden var edebilmek.

Her seviş bir başlangıcı müjdelemez; kimi zaman sevmek, sona yaklaşmanın ve vedayı kabullenmenin sessiz adıdır. İnsanı sevdikçe, onun sonluluğuna, kırılganlığına ve kusurlarına da yaklaştım. Kusur, insana ait olan en derin izdir; kusuru görmeyen, insanı da göremez. Bu izleri okuyarak yürüdüm; her iz bir yara, her yara bir dua oldu. Ve her duada, Allah’a biraz daha yaklaştım. Yaklaştıkça korkmadım, korkmadıkça daha çok sevdim. Sevdikçe merhametim arttı, arttıkça da isyanım derinleşti.

Gerçek isyan, sadece dıştaki zalime yönelmez; asıl isyan, içimizdeki korkuya, bencilliğe ve kayıtsızlığa karşıdır. En çok kendi içimdeki zalimle mücadele ettim; her insanın içinde hem zalim hem mazlum vardır. Mazlum, acıyla uyanır, zalim ise rahatlıkla uyur. Uyumak istemediğim için, kendimi hep uyanık tutmaya çalıştım. Uyanık kalmak, sadece gözlerin açık olmasıyla sınırlanmaz; asıl uyanıklık, vicdanın sesini diri tutma iradesidir. Bu izni hiçbir zaman vermedim. Vicdan sustuğu an, insanlık da susar. İnsanlık susmamalı; hakikat, en çok konuşan kalpte yaşar. Konuşan kalbin dili, merhamettir. Ve merhametin kendisi bir harekettir; kalpten dışarıya doğru akan ve dünyayı değiştiren bir hareket. Bu değişim, yalnızca başkalarını etkilemekle sınırlı kalmaz; insan, önce kendisinde değişimi başlatır. Değişimi acıyla başlattım, sabırla sürdürdüm ve isyanla büyüttüm.

Her büyüme, bir acının gölgesinde olur. Bu gölge, korkutmaz; aksine bana ait olduğumu hatırlatır. Kim acının gölgesinde dinlenmemişse, o kendini tanımamıştır.

Kendimi o gölgede tanıdım. Herkesin kaçtığı yerde kaldım. Kalmak, bir meydan okumadır; kendi korkularına ve başkasının acısına karşı gösterilen bir duruştur. Bu duruşta yalnızca isyan yoktu; aynı zamanda dua, teslimiyet ve sonsuzluğa açılan bir özlem de vardı. Bu özlem beni diri tuttu. Diriliğim, bana rahatlık vermedi; fakat ruhuma bir hedef verdi. O hedef, Allah’a daha çok yaklaşmak ve her adımda biraz daha insanlaşmaktı. İnsan, ancak isyan ettiği kadar insan olur. Bu isyan, var olanı yerle bir etmek amacıyla değil, adaleti inşa etmek iradesiyle yükselmelidir. Yükseldiği yerden yıkım çıkmamalı, diriliş filizlenmelidir. Benim isyanım da bir yıkımı çağıran değil, dirilişe kapı aralayan bir hayata dönüştü. Bu hayat, başkalarına yük olmakla tanımlanmaz; başkasının yükünü omuzladıkça yücelir. Her yük daha çok eğdi, fakat her eğiliş daha derine ve daha yukarıya taşıdı.

Yük omuzdayken eğilmeyi seçen insan, sadece taşımayı öğrenmez; taşıdığı yükle özdeşleşmeyi, onunla birlikte var olmayı ve onun anlamını kalbinde büyütmeyi de öğrenir. Bütünleştiğim şey, acının kendisiydi. Ve bu acı, beni yalnızlaştırmadı; bilakis, hakikatin kardeşliğine taşıdı. Her kardeşlik, birlikte taşınan bir yükle kurulur; bu yük, Allah’a çıkan yolun kendisidir. İşte bu yolda yürürken anladım ki, hürriyet yalnızca zincirleri kırmakla kazanılmaz; gerçek hürriyet, merhametin yükünü isyanla birlikte taşımaktır.

Bazen gecenin en karanlık yerinde bir ışık aradım, bazen gündüzün en kalabalık anında sessizliğe sığındım. Işık da kalabalık da hakikatin ta kendisini vermez; hakikat, çoğu zaman ıssız bir vadide yankılanan bir ses kadar sade, bir kuşun kanadında gizlenen bir titreme kadar narindir. Bu narinliğe temas etmek, her yüreğini güçlü sananın kaldırabileceği bir yük değildir; hakikat, kendisine dokunanı sarıp sarmalamaz, aksine parçalayarak dönüştürür.

Parçalanmaktan kaçmadım; bu yüzden hakikate yaklaştım. Yaklaştıkça içimdeki katmanlar çözüldü, çözüldükçe yeniden yoğruldum. Bu yeniden yoğrulma süreci yalnızca ruhumda iz bırakmakla kalmadı; yaşamı kavrayış biçimimi, bakışımı, susuşumu ve yürüyüşümü de kökten değiştirdi. Yıkıldığım her yerde yeniden ayağa kalktım, ama artık önceki olarak kalkmadım. Her düşüşüm bana başka bir şey öğretti; her kalkışım başka bir duanın yankısıydı. Duayı yalnızca sözle yapılan bir çağrı olarak görmedim; dua, hareketle ve kalbin ritmiyle kurulan bir yakınlıktır. Ve bu yakınlık, insanı Allah’a taşıyan en derin köprüdür. O köprünün üzerinden yürümek, taşlarına dokunmadan olmaz; her taş, bir acı, her acı bir hatıra, her hatıra bir sorumluluktur. Bu sorumluluğu hiçbir zaman omuzlarımın altından atmadım. Aksine, omuzladıkça sevdim, sevdikçe ağırlaştım, ağırlaştıkça insanlaştım. İnsan, yük taşıdıkça yükselir. Yükü olmayanın ne yoldan haberi olur, ne menzilden. Menzil, yalnızca yürüyenin değil, yürürken susmayı seçenin de nasibidir. Susmak, bazı anlarda kelimelerden daha derin ve daha sarsıcı bir çığlığa dönüşür. Bu çığlıkla yürüdüm, bu çığlıkla yaşadım, bu çığlıkla affettim. Affetmek, bana göre yalnızca unutmak anlamına gelmedi; affetmek, acıyı başka bir isimle anmak, onu merhametin içinden yeniden doğurmaktır.

Yeniden doğan her şey gibi de kırılgan, ama kararlıydım. Kırılganlığımı gizlemedim, zayıf yanını saklayan insan, güçlü yanını da gölgeye hapseder. Güç, yalnızca iradenin varlığıyla oluşmaz; iradenin yöneldiği yeri sahiplenmekle ve ona duyulan sadakatle köklenir. sadakatimi insanlara ya da fikirlere sınırlandırmadım; bütün varlığımla o yüce çağrıya yöneldim ve kalbimi onunla mühürledim. O çağrı, her gece kalbime düşen, her sabah uyandıran bir sesti. Bu sesin sahibini bilmiyorum ama yöneldiği yönü hissediyorum. O yön, yükselmekle değil, alçalmayla açılıyor; yani ne kadar eğildiysem, o kadar yaklaştım. Yaklaştıkça içimdeki sesleri susturdum, sustukça gerçeğe daha çok kulak verdim. Gerçek, kalabalık bir tartışmadan çıkmaz; gerçek, yalnızca iç sesiyle yürüyenlerin ayak izlerinde parıldar. o ayak izlerini takip ederek yürüdüm, ama kendi izimi bırakmaktan da çekinmedim.

Hakikat, yalnızca ardında iz bırakanlara ait sayılmaz; asıl pay, izlerin peşinden giderek kendi yolunu sabırla inşa edenlerindir. Kendi yolumu çizerken elimde bir harita yoktu; yönümü bulmamı sağlayan tek şey, içimde sönmeden yanan bir sızıydı. O sızı, her gün başka bir insanın yarasına dokunduğumda biraz daha büyüyordu. Bu büyüme bana acı vermedi; bilakis bana yön verdi. Yönüm, güneşin doğduğu ufuk çizgisinden alınmadı; ruhumun özgürlüğe kanatlandığı yerden belirlendi. Ruhum yalnızca göğe yükselmeyi arzulamadı; aynı zamanda toprağa tutunmayı, yeryüzüne kök salmayı da benimsedi. İnsan, hem gökyüzüne ait olduğunu hissedip hem de toprağın sabrını taşıdığında tamamlanır.

Bütün olmak için parçalanmak gerekir. Her parçalanışımda başka bir benle tanıştım. O , bazen affeden, bazen unutan, bazen sadece seyreden biriydi. Seyretmek, bazen müdahale etmekten daha büyük bir sorumluluktur. Her şeyi değiştiremeyeceğimi öğrendiğimde, bazı şeyleri sadece anlamaya başladım. Anlamak, bana göre bir üstünlük değil, bir yakınlık arzusudur. İnsanları anlamakla kalmadım, onların sustuklarını da duymaya çalıştım. susmak, bazen söylemekten daha çok şey anlatır. O anlatı bana yalnızca bilgi vermedi; ruhumu eğitti. Ruhum eğildikçe duaya daha çok yaklaştım. Dua, sadece istenene ulaşma arzusu değil; isyanın saflaşmış, ilahiye yönelmiş halidir. Bu isyanı içimde taşıdım, fakat onu yıkıcı bir öfkeye değil, dönüştürücü bir rahmete çevirmek için besledim. Dönüştüğüm her anda, Allah’a daha çok muhtaçlığımı hissettim. Bu muhtaçlık bir iddia değil, bir ihtiyaçtı. İnsanın Allah’a muhtaçlık gibi bir çabası olmazsa, kendini arayacak bir haritası da kalmaz. Haritasız yola çıkanın kaybolması mukadderdir. Bu mukadderatı reddetmedim, ama ona karşı bir yürüyüş başlattım. Bu yürüyüşte ayaklarım yoruldu ama ruhum hiçbir zaman durmadı. Ruhum yürürken, bedenim sabretti; sabır da yürüyen isyanın gölgesi gibi ardımdan geldi.

Her gölge, bir ışığın sonucudur. Benim isyanım da içimdeki merhametin ışığında büyüdü. Merhamet, bana göre acıyı taşımanın en asil yoludur. Acıyı taşımayanın sevdiği de tam sayılmaz. Sevmek, başkasının acısını yüreğinde taşımakla olur. Sevdiklerimin acısını sırtımda, tanımadıklarımın sızısını kalbimde taşıdım. Taşıdıkça büyüdüm, büyüdükçe küçüldüm. Bu küçülme bir yok oluş değil, bir dönüşümdü. Dönüştükçe insan oldum, insan oldukça Allah’a yaklaştım. Yaklaştıkça korkum azaldı, korkum azaldıkça sevgim arttı. Sevdikçe isyanım anlam kazandı, sevgisiz bir isyan, yalnızca öfkeye benzer.

İsyanımda öfke yoktu, yalnızca adaletin beklediği bir sabır vardı. Ve o sabır, beni Allah’a en yakın yere taşıyan duayla bütünleşti. Artık ne bir sızıdan korkuyorum, ne de bir sessizlikten. Her sızıda merhametin, her sessizlikte isyanın yankısını duyuyorum.

Artık biliyorum ki hürriyet, sadece zincirleri kırmak ya da görünür bir baskıya karşı çıkmakla başlamıyor. Hürriyet, içimde yankılanan o sessiz çağrıya kulak verdiğimde, yalnızca dışarıya karşı değil, içimdeki uyuşmuşluklara karşı yürüdüğümde anlam kazanıyor. Bu yürüyüş, bazen geceyi parçalayacak kadar gürültülü, bazen de sabahın ilk ışığı gibi sükûnetle başlıyor. Her isyan, aynı biçimde başlamaz; kimi zaman gözyaşıyla, kimi zaman bir suskunlukla başlar. Her başlangıcı, içimdeki en kırılgan yerle temas ederek kabul ettim. Kabul ettikçe büyüdüm, büyüdükçe sorumluluklarım ağırlaştı. Ama bu ağırlık yormadı; benii taşıyan, o ağırlığın altında bulduğum hakikat oldu. Bu hakikat, ne bir kütüphane rafında ne de bir kürsüde konuşulan sözde gizliydi; bu hakikat, en çok yürürken, en çok susarken, en çok seyrederken belirdi. Seyrettiğim şeyin kendisi kadar, seyrettiğim hâlim de bana bir şeyler anlattı. O anlatı, dil ile kurulmadı; kalbin içinde yankılanan bir melodi gibi, sadece hissedilerek öğrenildi. Bu melodiyi susturmadım; susturdukça eksileceğimi hissettim. bazen hakikat, ses vermektense içimize sessizlik olarak iner. Ve o sessizlik, isyanın en temiz biçimi olarak kalır.

Sustuğumda değil, o sessizliğin içindeki yükü omuzladığımda gerçekten isyan ettim. Bu isyan, sadece bir duruş ya da tavır olmadı; bu isyan, varoluş biçimim oldu. yaşadığım her şey, ya Allah’a yaklaştırdı ya da uzaklaştırdı. Yaklaştığım her adımda, bir yük daha taşıdım; uzaklaştığım her an, bir şey eksildi benden. Bu eksilme, yalnızca bana ait bir şeyin yitimi anlamına gelmiyordu; bu eksilme, insanın insan olma imkânına yaklaşmak yerine ondan uzaklaşmasının acı yankısıydı. o uzaklığı her hissettiğimde yeniden dönmek için yola çıktım. Her dönüş, pişmanlığın gölgesinden değil, fark edişin aydınlığından doğdu; hakikate yönelen adım, çoğu zaman tövbeden önce bilinci arar. Bilinç, bana sadece doğruyu seçme gücü vermedi; aynı zamanda taşıdığım yükün ne olduğunu kavrama fırsatı sundu. isyan etmek, sadece bağırmak ya da karşı gelmek anlamına gelmez; isyan, bir bilincin taşıdığı en ağır emanettir. O emanet, merhametin içinden doğar, iradenin gölgesinde büyür, sabrın ışığıyla beslenir. bu üç yoldaşı kalbime koymadan yola çıkmadım. Her adımda onlarla birlikte yürüdüm. Merhamet, bana en çok unuttuklarımı hatırlattı. İrade, en çok korktuklarıma karşı yürümemi sağladı. Sabır ise hepsini bir arada tutan o sarsılmaz köprü oldu. Ve o köprünün üstünden yürürken, yalnızca kendi varlığıma değil, başkalarının sızısına da temas ettim. O temas, bir yük olmaktan çıkıp bir çağrıya dönüştü.

Bu çağrıyı duymak için kulak yeterli olmaz; bu çağrı, kalbin kıyısında tutunduğunda anlam kazanır. her çağrıyı ciddiye aldım. bir çağrının içini doldurmak, insanın en asli görevidir. Görevsiz kalan bir ruh, sadece sürüklenir. hiçbir zaman sürüklenmeyi kabul etmedim. Bazen durdum, bazen sustum, ama yönümü hiç kaybetmedim. O yön, bana kitaplardan ya da öğretilerden gelmedi; o yön, içimde taşıdığım bir sorunun cevabıydı. Bu sorunun adı belliydi: “Niçin yaşıyorum?” Bu soru her sabah yatağımdan kaldırdı, her gece vicdanımla yüzleşmeye zorladı. Vicdanım asla yargılamadı; sadece unuttuğum yükleri tekrar gösterdi. Ve o yükleri sırtıma aldıkça, biraz daha insan oldum. İnsan olmak, sadece doğruyu bilmek ya da yanlıştan kaçmakla açıklanamaz. İnsan olmak, başkasının yüküne talip olabilmekle mümkün hâle gelir. talip oldum; biliyordum ki taşınmayan yük, bir başka varlığın ruhunu çürütür. taşıdım ki çürüme başlamasın. Taşırken yoruldum, ama hiç pişman olmadım.

Pişmanlık, sadece seçilmemiş hakikatlerin ardından gelir. hakikati seçtim. Seçmek, bazen vazgeçmektir, bazen yüzleşmektir, bazen de yalnız kalmaktır. Yalnızlığı yadırgamadım. yalnızlık, bazen bir insanın Allah’la kurduğu en derin bağdır. O bağda ne gürültü olur, ne gösteri. Sadece bir sükûnet vardır; o sükûnetin içinden doğan bir dua. o duayı hiç bırakmadım. Duasız geçen her günün sonunda eksik kaldım. Dua ettikçe tamamlandım. Tamamlandıkça anlam buldum. Anlam buldukça da sorumluluğum arttı. Sorumluluk, hiçbir zaman dıştan gelen bir mecburiyet olmadı. O, içimde yankılanan bir sesin zorunlu kıldığı bir yürüyüştü. O yürüyüş, bugün hâlâ devam ediyor. Bitmedi, ruhumun arayışı bitmedi. Arayan ruh, asla yersiz kalmaz. O, her izde bir işaret görür, her işarette yeni bir yol açar. o yollarda yürümeye devam ediyorum. biliyorum: Gerçek hürriyet, yalnızca boyun eğmemek değil; ilahi bir merhametin yükünü taşımak için isyan etmektir. Ve isyan, insanın Allah’a yaklaşmak için ruhuyla giriştiği en derin yolculuktur.