Şehir, sabahın ilk ışıklarıyla yavaşça uyanırken, Boğaz'dan yükselen sis camilerin minarelerine yaslanıyor. Ahşap konakların pencerelerinden tüten incecik dumanlar, yüzyıllardır süregelen bir medeniyetin nefes alışlarını simgeliyor adeta. Fakat bu görüntünün ardında, Osmanlı’nın derin sularında bir mücadele gizlidir. Bu, yalnızca siyasi ve ekonomik çalkantıların yarattığı bir karmaşa değildir; aksine, bir medeniyetin kendi varoluş biçimiyle hesaplaşmasının izlerini taşır.

XVII. yüzyılda Osmanlı topraklarında yankılanan bir tartışma, sadece devrin aktörleri arasında bir çekişme olmaktan öte, yüzlerce yıl boyunca devam eden bir medeniyet krizinin sembolü hâline gelmiştir. Kadızâdeliler ile tasavvuf erbabı arasındaki bu fikirsel mücadele, kökleri çok daha derinlere uzanan bir ayrışmanın su yüzüne çıkmasıdır: Din mi yoksa akıl mı? Geçmişin katı sureti mi yoksa hayatın değişken akışı mı?

Gelenek ile yenilik arasındaki gerilim, medeniyetlerin doğasında vardır. Ancak Osmanlı’da bu gerilim, bazen medreselerin kapalı duvarlarında süren bir tartışmadan ibaret kalmaz; bazen de camilerin minarelerini yıkma girişimine kadar varan fiziksel bir çatışmaya dönüşür. Kadızâdeliler hareketi, İslam’ın saf ve değişmez olanı barındırdığı iddiasıyla yeniliği reddeden bir damar oluştururken, tasavvuf ehli ve ilmiyeye mensup bazı kesimler ise toplumsal gerçeklikleri, tarihsel gelişimi ve içtihat müessesesini savunarak bu katı görüşe karşı durmuştur.

Peki, Osmanlı’daki bu fikirsel mücadele sadece bir dönem tartışması mıydı, yoksa hâlâ süregelen bir düşünsel ayrışmanın köklerini mi barındırıyordu? Bir medeniyet, geçmişiyle nasıl barışır ve nasıl ilerler?

 

Osmanlı’nın XVII. Yüzyılda içine düştüğü kriz, yalnızca savaş meydanlarında yaşanan mağlubiyetlerden ibaret değildi. Devlet, sınırlarını korumakta zorlanıyor, ekonomik sıkıntılar halkı giderek daha da yoksullaştırıyor, ilmiye sınıfında yozlaşma baş gösteriyordu. Ancak bunların ötesinde, toplumun zihin dünyasında daha derin bir çalkantı yaşanıyordu. “Neden geri kaldık?” sorusu belki de ilk defa bu kadar yüksek sesle soruluyor, buna verilen yanıtlar ise Osmanlı düşünce dünyasını kökten ikiye bölüyordu.

 

Bu tartışmanın en önemli taraflarından biri, Kadızâdeliler olarak bilinen sert bir selefi damardı. Küçük Kadızâde Mehmed Efendi ve takipçileri, Osmanlı toplumunun gerilemesini İslam’ın ilk döneminden sapmalara bağlıyor, “Asr-ı Saadet” modelini ideal olarak görüyorlardı. Onlara göre, Osmanlı toplumu bid’atler ile kuşatılmıştı. Mevlid okumak, tekke zikirleri yapmak, hatta kaşık kullanmak bile İslam’ın saf öğretisinden bir sapmaydı. Peygamber döneminde olmayan ne varsa terk edilmeliydi; aksi hâlde Müslüman toplumlar felakete sürüklenirdi.

 

Bu katı anlayış, yalnızca ibadetlerle sınırlı kalmadı. Kadızâdeliler, halkın gündelik hayatına da müdahale etmeye başladılar. Camilerde vaazlar verdiler, şeyhleri ve sufileri hedef aldılar. En radikal anlarından biri, İstanbul’daki selâtin camilerinde birer minare dışında tüm minarelerin yıkılması gerektiğini savunmalarıydı. Onlara göre, fazla minareler gösteriş ve israfın simgesiydi. Ancak bu noktada devreye giren Köprülü Mehmed Paşa, isyan boyutuna varan bu hareketi güçlükle bastırdı.

 

Karşılarında ise, Osmanlı düşünce geleneğinin başka bir damarını temsil eden tasavvuf ehli vardı. Başta Sivasi Efendi olmak üzere sufi geleneğe mensup pek çok isim, Kadızâdelilerin görüşlerine yazdıkları risalelerle karşı çıktılar. Onlara göre, İslam yalnızca bir kurallar bütünü değil, aynı zamanda bir hayat felsefesiydi. İnsan ruhunun gelişimi, bireyin kemale ermesi, hikmet ve irfan gibi kavramlar en az şeriat kuralları kadar önemliydi.

 

Kadızâdeliler ile sufi düşünce arasındaki bu çatışma, aslında medeniyetler tarihindeki evrensel bir tartışmanın Osmanlı’daki yansımasıydı. Bir yanda her şeyi literal okumak isteyen, zamanın değişimine direnen bir anlayış; diğer yanda ise dinin toplumsal gerçeklikler içinde evrilebileceğini savunan bir yaklaşım… Bu gerilim, yalnızca XVII. Yüzyılın meselesi olarak kalmadı, Osmanlı’nın modernleşme sürecinde de farklı biçimlerde kendini gösterdi.

 

Peki, bu fikir ayrışması Osmanlı’nın düşünsel ve kültürel yapısını nasıl etkiledi? Toplumun kolektif bilincinde nasıl bir iz bıraktı? Ve en önemlisi, günümüzde hâlâ bu tartışmaların gölgesi altında mı yaşıyoruz?

 

Kadızâdeliler ve tasavvuf ehli arasındaki mücadele, yalnızca dinî bir tartışma olarak kalmadı; aynı zamanda Osmanlı’nın modernleşme sürecinin temel zihinsel ayrışmalarından birinin de habercisiydi. Çünkü bu tartışmanın özünde, toplumun değişime nasıl yaklaşması gerektiği yatıyordu. Gelenek mi esas alınmalıydı, yoksa zamanın ruhuna uygun şekilde yeni bir anlayış mı inşa edilmeliydi?

 

Bu sorunun yankıları, Osmanlı’nın XVIII. Ve XIX. Yüzyıllarındaki reform hareketlerinde de kendini gösterdi. Lâle Devri’nden başlayarak III. Selim’in Nizam-ı Cedid hareketi, II. Mahmud’un merkezîleşme reformları ve nihayetinde Tanzimat süreci, aslında bir anlamda Kadızâdeli zihniyetin modern versiyonlarıyla tasavvufî veya akılcı kanadın mücadelesiydi. Her yeni reform girişimi, toplumun belirli kesimlerinde büyük bir dirençle karşılaşıyor, değişimin “dinden sapma” olduğu yönünde tepkiler yükseliyordu.

 

Bu noktada Mehmed Âkif ve Yahya Kemal gibi isimler, Osmanlı’nın düşünce dünyasında iki farklı eğilimi temsil ediyordu. Mehmed Âkif, Batı’nın ilim ve teknolojisini almak gerektiğini savunurken, kültürel anlamda geleneksel İslamî değerlere sıkı sıkıya bağlı kalınması gerektiğini düşünüyordu. Ona göre, Osmanlı’nın gerilemesi İslam’dan uzaklaşmasıyla ilgiliydi ve çare, yeniden İslamî değerlere dönmekti. Oysa Yahya Kemal, modernleşmeyi tarihsel bir süreç olarak ele alıyor, Batı’nın yalnızca teknik alanda değil, kültürel anlamda da bir bütünlük sunduğunu kabul ediyordu. Ona göre, Osmanlı’nın hatası, geçmişiyle sağlıklı bir bağ kuramamasıydı.

 

Burada dikkate değer bir nokta, bu iki bakış açısının aslında Kadızâdeliler ve sufi gelenek arasındaki mücadelenin devamı niteliğinde olmasıdır. Mehmed Âkif, Kadızâdelilerin selefi zihniyetine doğrudan bağlı olmasa da, onların “İslam’a dönüş” fikrini modern bir bağlamda yeniden üretmiştir. Öte yandan Yahya Kemal, tasavvufun tarihsel sürekliliğini esas alarak, medeniyetin yalnızca dinî değil, kültürel bir bütünlük taşıması gerektiğini savunmuştur.

 

Bu çekişme, Osmanlı’nın son döneminde bir başka yüzleşmeyle daha devam etti: Batıcılar ve İslamcılar arasındaki tartışmalar… İslamcılar, Batı’yı yalnızca teknik anlamda taklit etmenin yeterli olacağını düşünürken, Batıcılar bunun daha köklü bir zihniyet dönüşümü gerektirdiğini savunuyordu. Said Halim Paşa, İslam toplumlarının geri kalmasını onların “İslam’dan önceki alışkanlıklarına geri dönmeleriyle” açıklarken, Ziya Gökalp gibi düşünürler “medeniyetin evrensel, kültürün ise yerel” olduğunu söyleyerek, Batı’nın yalnızca teknik yönüyle değil, hukuk ve siyaset anlayışıyla da dikkate alınması gerektiğini vurguluyordu.

 

Bu noktada kritik soru şuydu: Osmanlı modernleşmesi, Batı karşısında kendi kimliğini nasıl koruyacaktı? Ya da kimliğini korumak ile değişmek arasında gerçek bir denge mümkün müydü? Kadızâdeliler ile tasavvuf erbabı arasındaki tartışma, artık yalnızca minarelerin kaç tane olacağı meselesi değildi. Artık mesele, Osmanlı’nın varoluş biçimini nasıl tanımlayacağına ve gelecekte nasıl bir yön çizeceğine dair daha büyük bir krizdi.

 

Bugün dahi bu tartışmanın izlerini görmek mümkündür. Modern dünyada, ilerlemeyi yalnızca teknoloji ve bilimsel gelişme olarak görenler ile toplumsal ve kültürel değerleri esas alanlar arasında süregelen bir gerilim bulunmaktadır. Peki, bu tarihsel miras bizim bugünkü düşünce dünyamızı nasıl şekillendiriyor? Günümüzde hâlâ geçmişin gölgesinde mi yaşıyoruz, yoksa gerçekten yeni bir medeniyet ufku açabiliyor muyuz?

 

Kadızâdeliler ile tasavvuf erbabı arasındaki çatışma, Osmanlı’nın bir medeniyet olarak kendi içindeki gelgitlerinin somut bir örneğiydi. Ancak bu tartışma, yalnızca tarih kitaplarında kalmadı. Bugün hâlâ, geçmişle gelecek arasında bir köprü kurmaya çalışırken benzer tartışmaların içinde debeleniyoruz. Bir toplum, kendi tarihini nasıl yorumlamalı? Geleneksel olan ile modern olan arasında nasıl bir denge kurulabilir?

Bugün, Batı ile ilişkimiz hâlâ Mehmed Âkif ve Yahya Kemal’in açtığı tartışmaların içinde yankılanıyor. Bir yanda, Batı’nın yalnızca bilim ve teknolojisini almak gerektiğini savunanlar var; diğer yanda, Batı’nın hukuk, sanat, siyaset ve sosyal yapısıyla birlikte ele alınması gerektiğini düşünenler... Tıpkı Kadızâdeliler gibi, kimileri modernleşmeyi dinî kimliğe bir tehdit olarak görüyor; kimileri ise tasavvuf erbabının devamı niteliğinde, kültürün ve geleneğin zaman içinde şekillenebileceğini, mutlak doğruların tarihsel bağlam içinde değişebileceğini savunuyor.

Mehmed Âkif’in “Asım’ın nesli” diye tanımladığı ideal gençlik, Batı’nın bilim ve tekniğini alıp, değerlerine bağlı kalarak ilerleyecek bir toplum tahayyül ediyordu. Ancak bu tahayyül, Batı’nın gelişiminin yalnızca bilimle sınırlı olmadığını fark edemedi. Batı, sanayileşme sürecine girerken aynı zamanda felsefi, sosyal ve hukuki reformlarla da değişti. Osmanlı’nın modernleşme süreci ise, bu bütüncül dönüşümü kavrayamadan ilerlediği için sancılı oldu.

Bugün hâlâ, eğitimden ekonomiye, sanattan siyasete kadar pek çok alanda, bu tarihsel gerilimlerin izlerini görüyoruz. Bir yanda geçmişi mutlak bir ideal olarak görenler, diğer yanda geçmişi tamamen reddedip yeni bir medeniyet tasavvuru inşa etmek isteyenler var. Ancak belki de asıl soru şudur: Geçmişi korumak ile geleceğe açılmak arasında gerçekten bir denge kurulabilir mi?

Bu noktada, Yahya Kemal’in Osmanlı’yı bir terkib (bileşim) olarak görmesi, dikkate değer bir yaklaşım sunar. Ona göre Osmanlı, yalnızca İslamî bir yapı değildi; aynı zamanda Bizans, İran, Arap ve Türk kültürlerinin sentezinden doğmuş bir medeniyetti. Dolayısıyla Osmanlı’dan devralınan miras, sadece dinî bir yapı değil, aynı zamanda tarihsel bir akış içinde oluşmuş bir kimlikti. Bugün dahi, modernleşme sürecinde bu kimliği nasıl ele alacağımız büyük bir soru olarak karşımızda duruyor.

Ancak burada asıl mesele, geçmişe nasıl bakacağımızdır. Geçmişi bir yüceltilmiş altın çağ olarak mı göreceğiz, yoksa tarihsel bir süreç olarak mı değerlendireceğiz? Kadızâdeliler, geçmişi değişmez ve mutlak bir referans noktası olarak ele alırken, tasavvuf erbabı geçmişin içinden gelen bir akışı savunuyordu. Bugün bizler, hâlâ benzer bir kırılmanın içinde miyiz? Geçmişi yalnızca nostaljik bir özlem olarak mı hatırlıyoruz, yoksa onu analiz edip anlamlandırarak mı ilerliyoruz?

Tarih, yalnızca olan bitenin anlatıldığı bir alan değildir; aynı zamanda bugünü şekillendiren bir aynadır. Kadızâdeliler hareketinin Osmanlı toplumunda yarattığı dalgalanmalar, bugün hâlâ farklı formlarda karşımıza çıkıyor. Soru şu: Biz bu tarihi yalnızca bir tekrar olarak mı yaşayacağız, yoksa ondan öğrenerek mi ilerleyeceğiz?

 

Kadızâdeliler ve tasavvuf erbabı arasındaki gerilim, sadece XVII. Yüzyıl Osmanlısına ait bir mesele değildi. Bu, tarihin farklı dönemlerinde, farklı biçimlerde ortaya çıkmaya devam eden bir düşünsel ayrışmanın tezahürüydü. Bugün bile, ilerleme ve gelenek arasında sıkışmış toplumların, modernleşmeyle kimlik arasındaki dengesiz ilişkisini gözlemleyebiliyoruz.

 

Gelenek, toplumların hafızasını oluşturur; ancak bu hafıza, bir yük haline geldiğinde geleceğe dair ufkumuzu daraltabilir. Kadızâdeliler, geçmişi bir dondurulmuş ideal olarak gördüler ve hayatın değişken doğasını reddettiler. Onların karşısında duranlar ise, tarihin içinde gelişen bir düşünce çizgisini savundu. Ancak asıl mesele, geçmişin nasıl yorumlanacağıdır. Bugün hâlâ, tarihten ders çıkarmak yerine onu bir tekrara dönüştüren anlayışlar görüyoruz.

 

Yahya Kemal’in “Osmanlı terkibi”, yani Osmanlı’nın farklı kültürlerin sentezi olduğu fikri, belki de bizim için bir çıkış noktası olabilir. Çünkü bir medeniyetin gücü, sadece geçmişine bağlı olmasıyla değil, geçmişini nasıl yorumladığı ve geleceğe nasıl taşıdığıyla ölçülür. Bugün, geçmişin gölgesinde kalan bir medeniyet anlayışına mı mahkûmuz, yoksa onu yeni bir bakış açısıyla ele alarak geleceğe mi taşıyacağız?

 

Asıl soru, ilerlemeyi nasıl tanımladığımızdır. Eğer ilerleme, sadece teknik ve bilimsel gelişmelerle sınırlıysa, modernleşme Batı’nın bir kopyası olmaktan öteye gidemez. Eğer ilerleme, geçmişi reddetmek anlamına geliyorsa, köksüz ve kimliksiz bir toplum inşa edilir. Ancak ilerleme, geçmişin içinden süzülüp gelen bir düşünce süreci olarak ele alınırsa, işte o zaman gerçek bir medeniyet inşasından söz edebiliriz.

 

Bugün, Kadızâdeliler ile tasavvuf erbabı arasındaki tartışma hâlâ farklı biçimlerde karşımıza çıkıyor. Bir yanda geleneği mutlak kabul edenler, diğer yanda modernleşmeyi geçmişle bağlarını koparmadan yorumlamak isteyenler var. Asıl mesele, iki uç arasında bir denge kurup kuramayacağımızdır.

 

Tarih, kendini tekrarlayan bir döngü değil, üzerine düşünülmesi gereken bir akıştır. Kadızâdeliler hareketi, bize sadece Osmanlı’nın bir dönemini anlatmaz; aynı zamanda bir toplumun değişime nasıl tepki verdiğinin de göstergesidir. Eğer biz bugün bu tartışmalardan ders çıkarabilirsek, geleceğe daha sağlam bir medeniyet tasavvuruyla bakabiliriz. Aksi takdirde, tarih yalnızca bir yük olacak ve biz, geçmişin gölgesinde kaybolan bir toplum olarak kalacağız.