Her millet, kendi geçmişiyle yüzleşme biçimiyle inşa olur. Tarih, sadece olayların kronolojik sıralanmasından ibaret değildir; o, bir milletin ruhunu, özlemlerini ve kırılmalarını taşıyan bir zaman nehridir. İşte bu nedenle Yahya Kemal ve Ziya Gökalp gibi isimler, sadece düşünce insanı olarak değil, aynı zamanda bu nehrin akış yönünü tayin etmeye çalışan köprüler olarak görülmelidir.
Biri sanatın ve estetiğin derin sularında gezinirken, diğeri milletin sosyolojik yapısını inşa etmeye odaklanmış bir kuramcıdır. Biri Osmanlı mirasını yücelterek geçmişle bağ kurmayı savunurken, diğeri eski Türk kültürünü referans noktası olarak alarak modernleşmenin temelini atmaya çalışmıştır. Peki, bu iki dev figür arasındaki fikir çatışmaları, aslında neyin mücadelesiydi? Sanat ve ideoloji arasındaki derin uçurum mu? Yoksa geleneği yaşatmanın ve moderniteyi benimsemenin yolları mı?
Yahya Kemal ve Ziya Gökalp, adeta karşılıklı aynalarda yansımalarını arayan iki gölge gibidir. Her ikisi de Türk milletinin geleceğini inşa etmek ister, ancak bunu yaparken birbirinden farklı metotlar benimser. Peki, bu metotlar gerçekten de birbirine zıt mıdır, yoksa farklı yollardan aynı hedefe mi ulaşılmak istenmektedir?
İnsan düşüncesi, tarih boyunca iki temel kuvvetin arasında gidip gelmiştir: Gelenek ve değişim. Yahya Kemal ile Ziya Gökalp’in düşünce dünyalarını bu eksende değerlendirmek mümkündür. İki isim de Türk milletinin geleceği için düşünceler üretmiş, ancak bu geleceği nasıl şekillendirecekleri konusunda farklı yollar benimsemişlerdir.
Ziya Gökalp, sosyolojiyi bir pusula gibi kullanarak milletin varoluşunu bilimsel bir temele oturtmaya çalışmıştır. Ona göre, Osmanlı’nın çöküşü, milletin öz değerlerinden uzaklaşmasının bir sonucudur. Ancak, bu öz değerler Osmanlı’nın mirasında değil, İslamiyet öncesi Türk kültüründe saklıdır. “Kültür millîdir, medeniyet beynelmileldir” diyerek, milletin ruhunu şekillendiren kültürel unsurların korunmasını, ancak teknik ve bilim alanında Batı medeniyetine yönelmeyi savunmuştur. Bir anlamda, Gökalp, modernleşmenin anahtarını “millî kültür ile evrensel bilim” arasında kurulan denge olarak görmüştür.
Yahya Kemal ise bu düşünceye şüpheyle yaklaşır. Ona göre, Osmanlı geçmişi, Türk milletinin varoluşunu biçimlendiren en büyük kültürel unsurdur. Osmanlı, yalnızca bir devlet değil, aynı zamanda büyük bir sanat, şiir ve estetik medeniyetidir. Yahya Kemal, tarihsel sürekliliğin kırılmasını tehlikeli görür ve kültürel değişimin, geçmişle bağını koparmadan gerçekleşmesi gerektiğini savunur.
Bu noktada iki isim arasındaki temel ayrışma belirginleşir: Gökalp, bir milletin kendi köklerini İslamiyet öncesi döneminde araması gerektiğini öne sürerken, Yahya Kemal, Osmanlı kimliğinin bu milletin ayrılmaz bir parçası olduğunu iddia eder. Gökalp için Osmanlı’nın yüksek kültürü, bir taklit medeniyetidir. Yahya Kemal ise Osmanlı’yı bir sentez olarak görür; Fars, Arap ve Türk unsurlarının birleştiği ve Avrupa’ya açılan bir kapı olarak.
İki fikir adamının bu noktadaki karşıtlığı, aslında daha büyük bir tartışmanın izdüşümüdür: Türk modernleşmesi, geçmişi tümden reddederek mi gerçekleşmeli, yoksa geçmişten beslenerek mi? Bu sorunun yanıtı, yalnızca bir entelektüel tartışma değil, aynı zamanda Türkiye’nin kültürel kimliğinin de temel taşlarından biridir.
Tarihin büyük akıntıları, bazen tek bir adamın kalemiyle şekillenir. Ziya Gökalp ve Yahya Kemal’in entelektüel serüvenleri, işte böyle bir dönemde kesişmiş, bir milletin ruhunu inşa etme çabası içinde bazen birbiriyle çatışan, bazen de birbirini tamamlayan iki büyük düşünsel dalgaya dönüşmüştür.
Gökalp, Türkçülüğün Esasları’nda, bir milletin var olabilmesi için yalnızca bir siyasi varlığa değil, güçlü bir kültürel bilince de sahip olması gerektiğini savunur. Ona göre, Osmanlı’nın çok uluslu yapısı, Türk milletinin özgün kimliğinin önüne geçmiş ve onu tanınmaz hale getirmiştir. Bu yüzden, geçmişi Osmanlı’dan çok daha geriye, yani Türklerin İslamiyet öncesi kültürel mirasına bağlamayı gerekli görür. Türk halk edebiyatını, halk müziğini ve eski Türk destanlarını, millî kimliğin temel taşları olarak sunar.
Oysa Yahya Kemal için bu bakış açısı fazlasıyla indirgemecidir. Ona göre, milletlerin tarihsel sürekliliği koparılamaz bir bütündür. Türk kimliği yalnızca Orta Asya’dan ibaret değildir; o, Osmanlı sarayının divan şiirinde, İstanbul’un minarelerinden yükselen ezanında ve hatta Boğaziçi’nin yalılarından yankılanan eski Rum şarkılarında da kendini gösterir. Yahya Kemal’in dünyasında, kültür bir ‘bütünleşme’ meselesidir; farklı unsurlar bir araya gelerek yeni bir sentez oluşturur. Ona göre, “Kökü mazide olan âti” anlayışı, işte tam da bu birleşimi ifade eder.
Bu yüzden Yahya Kemal, Ziya Gökalp’in sanatı ve estetiği fazla teknik bir formülasyona indirgediğini düşünür. Gökalp, klasik bir sanat anlayışının, Batı’dan gelen Greko-Latin kültürüyle beslenmesi gerektiğini savunur ve bunu bir ulusun “medeniyetleşmesi” için zorunlu bir süreç olarak görür. Ancak Yahya Kemal için sanat, toplum mühendisliğinin bir aracı değil, derin duyguların ve estetik bilincin bir yansımasıdır.
İki düşünür arasındaki bir diğer temel fark da burada belirginleşir: Gökalp için sanat ve kültür, bir milletin yeniden inşa edilmesi için araçtır; Yahya Kemal içinse sanat, kendi başına bir değer taşır ve toplumdan bağımsız olarak da var olabilir.
Bu tartışmanın en kritik noktalarından biri, dil meselesinde de kendini gösterir. Gökalp, saf Türkçeciliği savunur; Arapça ve Farsça kökenli kelimelerden arındırılmış bir dilin oluşturulması gerektiğini düşünür. Oysa Yahya Kemal, dilin bir medeniyet mirası olduğuna inanır ve klasik Osmanlı Türkçesinin estetik değerini kaybetmemesi gerektiğini savunur. Ona göre, dil bir nehir gibidir; zaman içinde değişir, ama köklerinden kopmaz. Eğer bu nehir kurutulmaya çalışılırsa, geriye sadece çorak bir toprak kalır.
İşte tam bu noktada, iki büyük fikir insanının modernleşme, sanat ve kültür anlayışları arasındaki farkların, Türkiye’nin kimlik inşasında nasıl büyük bir rol oynadığını görmek mümkündür. Gökalp, geçmişi aşarak yeni bir millet yaratmak isterken, Yahya Kemal geçmişi koruyarak modernleşmenin mümkün olduğuna inanır.
Bir milletin kimliğini inşa etme süreci, bazen keskin bir bıçak gibi ikiye ayrılan düşünceler arasında gidip gelir. Yahya Kemal ve Ziya Gökalp’in fikir ayrılıkları da, aslında Türk modernleşmesinin temel gerilimlerinden birini temsil eder: Geçmişle bağ kurarak mı, yoksa geçmişi bir kenara bırakarak mı ilerlemek gerekir?
Gökalp, Osmanlı’nın son dönemindeki entelektüel karmaşayı çözüme kavuşturmak için sosyolojik analizlere yönelirken, Yahya Kemal doğrudan estetik ve sanatın içine dalarak Osmanlı’nın kültürel mirasını koruma gerekliliğini savunuyordu. Bu tartışma, yalnızca 20. Yüzyıl başlarında değil, günümüzde bile hâlâ devam eden bir sorunun izdüşümüydü: Türk modernleşmesi, gelenekle ne yapmalıdır?
Ziya Gökalp için çözüm belliydi: Osmanlı’nın çok etnikli ve çok kültürlü yapısı, Türk kimliğini zayıflatmış, halkın asıl değerlerini gölgelemişti. Bu yüzden, Gökalp’e göre milletin köklerini saf bir Türk kimliği içinde yeniden bulmak gerekiyordu. Ancak burada gözden kaçan bir nokta vardı: Tarih, laboratuvar ortamında yeniden tasarlanabilecek bir olgu değildir. Bir milletin hafızasını sıfırlamak mümkün müdür? Geçmişin izleri, dilde, sanatta, şehirlerde ve hatta insanların gündelik alışkanlıklarında yaşamaya devam eder. Yahya Kemal, işte tam da bu noktada, Osmanlı’nın tarihsel birikimini silmeye çalışmanın bir tür kültürel hafıza kaybına yol açacağını savunuyordu.
Yahya Kemal’in düşüncesi, bir metaforla anlatılabilir: Osmanlı, bir nehir gibidir. Bu nehir, farklı kültürlerden beslenmiş, genişlemiş ve nihayetinde büyük bir medeniyet oluşturmuştur. Gökalp ise bu nehri kurutup, onun yerine saf bir kaynaktan beslenen yeni bir dere yaratmak istemektedir. Ancak Yahya Kemal, nehrin akışını tamamen durdurmanın imkânsız olduğunu ve kültürel sürekliliğin koparılamayacağını düşünüyordu.
Bu fikir ayrılığı, Cumhuriyet’in ilk yıllarında kültür ve sanat politikalarına da yansıyacaktır. Gökalp’in fikirleri, özellikle Tek Parti döneminde, millî bir kimlik oluşturmak için büyük ölçüde benimsenmiş, halk kültürü ve sade Türkçeleşme çabaları resmî politika hâline gelmiştir. Yahya Kemal’in Osmanlı’nın estetik mirasını yüceltmesi ise bir süre kenara itilmiş, ancak daha sonraki yıllarda tekrar gündeme gelmiştir.
Özetle, bu iki büyük düşünür arasındaki tartışma, yalnızca kişisel bir fikir ayrılığı değil, Türk milletinin modernleşme sürecindeki temel yol ayrımlarından birini yansıtır. Gökalp, yeni bir kimlik inşa etmeye çalışırken, Yahya Kemal mevcut kimliği dönüştürerek yaşatmayı öneriyordu. Birisi geçmişi aşmayı, diğeri geçmişle birlikte büyümeyi savunuyordu.
Her millet, kendi kimliğini inşa ederken geçmişiyle bir hesaplaşma yaşar. Ziya Gökalp ve Yahya Kemal’in tartışmaları, bu hesaplaşmanın iki temel yönünü temsil eder: Bir yanda geçmişi aşarak yeni bir kültürel kimlik yaratma çabası, diğer yanda geçmişle bağ kurarak modernleşme sürecini daha sağlam temellere oturtma arzusu.
Ziya Gökalp, Türk modernleşmesini köklü bir dönüşüm olarak görür. Ona göre, milletin kimliği Osmanlı geçmişinden bağımsız olarak yeniden inşa edilmelidir. Ancak Yahya Kemal, modernleşmenin sadece Batı’nın değerlerini almakla değil, geçmişin en güçlü yönlerini koruyarak yapılabileceğini savunur. Bu yüzden Yahya Kemal, “Ne harâbî ne harâbâtîyim, kökü mazide olan âtiyim” diyerek, köklere bağlı ama geleceğe dönük bir modernleşme anlayışını benimser.
Bugün baktığımızda, iki düşünürün de hâlâ etkili olduğunu görmek mümkündür. Gökalp’in düşünceleri, Türkiye’nin ulusal kimlik inşasında büyük rol oynarken, Yahya Kemal’in vurguladığı estetik ve tarihsel bilinç de günümüzde sanat ve kültür dünyasında yankılanmaktadır. Günümüz Türkiye’sinde bu iki görüş arasındaki denge hâlâ aranmaktadır: Gelenek ve modernite nasıl bir arada tutulabilir?
Belki de bu sorunun kesin bir cevabı yoktur. Ancak Yahya Kemal’in İstanbul’un minareleri, şadırvanları ve eski konaklarıyla yoğrulmuş şiirleri ile Ziya Gökalp’in Türkçülüğü sistematik bir ideoloji hâline getiren fikirleri yan yana durdukça, Türkiye’nin kültürel ve entelektüel kimliği de bu iki büyük isimden beslenmeye devam edecektir.
Geçmişin izlerini silmeden modernleşmek mümkün müdür? Yahya Kemal’in dediği gibi, “kökü mazide olan âti” olmak, belki de bu sorunun en güçlü cevabıdır.