
- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
Günlerin ardı sıra yığıldığı bir çağda yaşıyorum; takvim yaprakları değil de sanki yıldızlar düşüyor gökyüzünden, her biri bir hakikati söndürerek. Zaman dediğimiz şey, artık içinde yön barındırmayan dev bir döngüye dönüştü; merkezini kaybetmiş bir çark gibi dönüyor, fakat nereye döndüğünü bilen yok. Eskiden zamanın kutsallığı vardı; bir doğuşun, bir ölüşün, bir dirilişin ritmiyle yoğrulurdu insan. Şimdi ise saatler yalnızca üretim periyotlarını, tüketim kampanyalarını ve sinir krizi aralıklarını ölçen metalik bir tanrı gibi. Bense bu anlamsız ritmin ortasında hâlâ bir merkezin varlığını hissediyor, kaybolmuşun izini süren bir seyyah gibi geçmişin kozmik ahengini kulaklarımda duymaya çalışıyorum.
Bir zamanlar gökyüzü yalnızca astronomik bir veri kümesi değildi; yıldızlar, göç eden ruhlar gibi semayı geçerken hikmetin harflerini yazardı. Kozmosun matematiği, zihnin değil, kalbin sezgisiyle okunurdu. Fakat sonra biri çıkıp dedi ki: “Dünya dönüyor.” O sözle birlikte yalnızca yeryüzü değil, düşünce de döndü. Artık gök değil, göz egemendi; sezgi değil, hesap belirleyiciydi. Evrenin merkezinde duran kutsal dünya fikri, o cümleyle birlikte yerle bir oldu. O an, insanlık kendi eksenini de kaybetti. Kopernik yalnızca astronomiyle değil, hakikatle ilgili bir kırılma başlatmıştı. Bu kırılma, zamanla merkezî olan her şeyi değersizleştiren bir seküler depreme dönüştü. Artık ne Tanrı göklerin tepesindeydi, ne insan kendini kainatın anlam halkası içinde hissediyordu.

- Ayrıntılar
- Yazan: nurigur
Neyin feryadı, insan ruhunun derinlerinde yankılanan bir çığlık gibidir. Her nefes alıp verdiğinde, her nota duyulduğunda aslında bir şeyleri hatırlatır: Kaybedilen bir bütünlük, özlenen bir vatan, aranan bir sevgi... Neyin sesi, bir zamanlar ait olduğu kamışlıktan kopmuşluğun, o doğal yuvasından ayrı düşmüş olmanın acısını anlatır. Bu feryat, sadece bir kamışın hüzünlü melodisi değildir; aksine insan ruhunun da içinde taşıdığı, ilahi âlemden koparıldığının yankısıdır. İnsan, tıpkı ney gibi, bir yerlerden kopmuştur ve her gün, her adımda, o ilk yuvaya dönme arzusunu içinde taşır.
Ayrılık, insanın yaratılışından bu yana en derin hislerinden biri olmuştur. Varlığımızın özünde bir eksiklik, bir yitik parça vardır. Bu eksiklik, neyin melodisinde vücut bulur; ayrılığın derin acısı insan ruhuna işler. İnsan, ruhunun özlemini çektiği bir yere dönme arzusuyla doludur. Bu, sadece fiziki bir mekân değil, manevi bir bütünlüğün de arayışıdır. Neyin ayrıldığı kamışlığa özlemi neyse, insanın ayrıldığı o ilahi âleme özlemi de odur. O nedenle her ayrılık bir vuslatı bekler; her arzu, kaybedilenin tekrar bulunması umudunu taşır.
İnsan ruhu, dünya ile kurduğu her bağda bu ayrılığı biraz daha hisseder. Dünyadaki hazlar, geçici sevinçler, nefislerin peşine düşülen her an, bu eksikliği biraz daha derinleştirir. Tıpkı neyin kamışlıktan koptuktan sonra her üflemede biraz daha hüzünlenmesi gibi, insan da dünya ile olan ilişkilerinde her deneyimde biraz daha o ilk saf sevgiden uzaklaştığını hisseder. Bu uzaklaşma, beraberinde derin bir hüzün getirir. Ancak bu hüzün, aynı zamanda bir farkındalığın da kapısını aralar: İnsan, bu dünyanın zevklerinin peşinden giderken aslında asıl vatanını unutmamalıdır.

- Ayrıntılar
- Yazan: nurigur
Tarih, yalnızca geçmişin bir anlatımı değildir; aksine, bugünümüzü şekillendiren bir aynadır. Yavuz Sultan Selim Han, bu aynanın en parlak yüzlerinden biridir. Ancak paradoksal bir şekilde, onun gölgesinde kalmış bir tarihin tanığıyız. Yavuz, Safevi tehdidine karşı başlattığı seferlerle sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını genişletmekle kalmamış, aynı zamanda İslam dünyasının birliğini sağlama gayretiyle de tarihin rotasını değiştirmiştir. Ancak bugünün kitaplarında, onun bu stratejik derinliği, yeterince yansıtılmıyor.
Bu ihmal, yalnızca tarih yazımında bir eksiklik değil, aynı zamanda bugünü anlamak adına büyük bir kayıptır. Yavuz Sultan Selim’in gölgesi, aslında bugünü de aydınlatan bir ışık kaynağıdır. Onun döneminde yaşanan Safevi-Osmanlı mücadelesi, mezhepsel farklılıkların bir çatışma aracı olarak kullanılmasının tarihsel bir örneğidir. Bugün de Ortadoğu’daki birçok çatışmanın temelinde benzer mezhepsel gerilimler yatmaktadır. Yavuz’un İran’a karşı yürüttüğü seferler, sadece bir askeri operasyon olarak değil, ideolojik ve stratejik bir duruş olarak da okunmalıdır.
Yavuz’un dönemi, aynı zamanda Osmanlı’nın doğu politikasını yeniden şekillendirdiği bir dönemdir. Safevi tehlikesi karşısında İslam dünyasını bir arada tutma arzusu, Yavuz’un en büyük ideallerinden biriydi. Bu ideal, bugün hala yankı bulmaktadır. Modern Ortadoğu’daki mezhepsel çatışmalar, etnik ayrışmalar ve bölgesel hegemonya mücadeleleri, Yavuz’un stratejik manevralarını ve politikalarını daha iyi anlamamızı gerekli kılmaktadır. Yavuz’un, sadece askeri bir komutan değil, aynı zamanda bir devlet adamı ve ideolojik bir lider olarak da algılanması, bugünkü siyasi analizlerde eksik kalan bir bakış açısını sunar.