Şehirler… Üzerinde yaşadığımız, kimliğimizi inşa ettiğimiz, bazen hapishane bazen de özgürlük alanı olarak gördüğümüz yerler. Her köşesinde bir hikâye, her kaldırım taşında bir adım saklı. Ama gözden kaçan, fark edilmeyen, gündelik hayatın akışı içinde sıradan görünen bir şey var: boşluklar. Hiç düşündün mü, şehrin içinde gerçekten kimsenin fark etmediği, kimsenin “sorgulamadığı” kaç alan var? Ve bu alanlar neyin karşılığı olarak var?

 

Bir boşluk… Her gün önünden geçtiğin, ama asla önemsemediğin bir boşluk. Otoparklar. Yüzlerce, binlerce metrekarelik düzlükler. Ne bir ruhu var ne de bir anlamı. Bir şehrin kalbi olması gereken yerlerin, arabalar için ayrıldığını gördüğümde içimde derin bir hüzün beliriyor. İnsanlar için değil, metal kutular için inşa edilmiş devasa alanlar… Bazen düşünüyorum, şehir dediğimiz şey bir organizmaysa, bu boşluklar onun çürüyen kısımları mı?

 

Fark edilmeden büyüyen bu boşluklar, aslında koca bir zihniyetin yansıması. İnsanların hak sandığı, ama aslında büyük bir yük olan bir düzenin sessiz kanıtları. Peki, gerçekten hak ettiğimiz şey bu mu? Şehir dediğimiz şey, arabaların mı, insanların mı evi? Belki de asıl soruyu buradan sormalıyız: Biz, yaşadığımız yerleri kimin için tasarlıyoruz?

 

Cevabı düşündükçe, içimde sıkışmış bir şey hissediyorum. Çocukken oynayacak yer bulamayan çocukları, kaldırımlarda yürümek için bile mücadele eden yaşlıları, şehirde nefes alacak tek bir yeşil alan bile bulamayan insanları… Ve bütün bunlara rağmen, neredeyse kutsal bir hak gibi savunulan “ücretsiz park yeri” kavramını. Acaba insanlar gerçekten neye karşı savaştıklarını biliyorlar mı?

 

Şehirler, gökyüzüne uzanan binaları, birbirine dolanmış yolları, karmaşık dokusu ile devasa birer organizma gibi. Ama içlerinde öyle alanlar var ki, ne yaşama hizmet ediyor ne de gelişime. Bu alanlar, sessizce varlıklarını sürdüren, ama kimsenin fark etmediği bir yük gibi şehirlerin içinde saklanıyor. Otoparklar, devasa caddeler, bir zamanlar yaşamın akması gereken ama şimdi yalnızca metal yığınlarının beklediği yerler…

 

İlk bakışta otoparklar sadece fonksiyonel bir gereklilik gibi görünebilir. Arabaların düzenli bir şekilde park edilmesini sağlayan, şehir hayatını kolaylaştıran basit bir düzenleme… Ama kazın altını biraz daha derine inersen, bu boşlukların aslında ne kadar büyük bir kayıp olduğunu fark edersin. Otoparklar, sadece arabalar için ayrılmış yerler değildir; aynı zamanda çocukların oynayabileceği parkların yok olmasıdır. Otoparklar, insanların bir araya geleceği meydanların beton yığınına dönüşmesidir. Otoparklar, nefes alacak bir bahçenin hiç var olmamış olmasıdır.

 

Düşünsene… Bir şehir, aslında kim için inşa edilmelidir? İnsanlar için mi, yoksa araçlar için mi? Modern şehirler, sanki insanlar birer makineymiş gibi, onları daha verimli hale getirmek için tasarlanıyor. Daha az yürüsünler, daha hızlı ulaşsınlar, daha az dursunlar… Ama insan doğası böyle mi çalışıyor? Bir çocuğun, bir meydanda özgürce koştuğunda hissettiği neşeyi, bir insanın gölgeye sığınarak nefes aldığında yaşadığı ferahlığı, bir yaşlının bir banka oturup dünyayı izlerken hissettiği huzuru hangi park yeri telafi edebilir?

 

Şehirlerde otoparklar için ayrılan alanlar, sanki kutsal bir hakmış gibi savunuluyor. Otopark olmazsa dükkânlar müşteri kaybeder, sokaklar kaosa döner, insanlar alışverişe çıkmaz… Ama kimse şu soruyu sormuyor: Neden şehri böyle tasarladık? Neden bir şehir, ancak araba ile erişilebilir olunca başarılı sayılıyor? Belki de temel hata burada…

 

Çünkü bir otopark, aslında bir boşluk değil. O bir seçenek. Bir tercihin sonucu. Ve biz, farkında olmadan, bu tercihi çok uzun zamandır yanlış yapıyoruz. Çünkü arabalar için yer açmak, insanlar için alan kaybetmek anlamına geliyor. Ve ben artık kaybetmek istemiyorum.

 

Bir şehirde yürüdüğünü hayal et. Gözlerini kapat ve adımlarını hisset. Yanından geçen insanların sesleri, uzaktan gelen bir sokak müzisyeninin notaları, kaldırım taşlarına çarpan ayakkabı sesleri… Bir meydanın kenarında oturduğunu düşün, etrafında gülümseyen insanlar, çocukların neşeyle koşuşturduğu bir alan, yaşlıların ağaç gölgesinde sohbet ettiği bir köşe. İşte bir şehir böyle olmalı. Yaşam dolu, hareketli, insanı içine çeken bir atmosfer…

 

Ama şimdi gerçeğe dön. Çoğu şehirde, bu hayalin yerini devasa asfalt çölleri alıyor. Park yeri olarak ayrılmış boşluklar, otobanlara açılan geniş caddeler, insanları değil, arabaları önceliklendiren bir düzen… Şehrin kalbinde durup etrafına bakarsan, gerçek şu ki, artık şehirler insan ölçeğinde değil, makine ölçeğinde tasarlanıyor.

 

Bir meydanın ortasında büyük bir otopark görmenin verdiği hissi düşündüm geçenlerde. Orada aslında bir park olabilirdi, belki bir kültür merkezi, belki bir açık hava tiyatrosu… Ama yerine ne konulmuştu? Yüzlerce metal kutunun sıralandığı bir alan. Üstelik kimse orada yaşamıyordu, kimse orada zaman geçirmiyordu. Sadece gelip gidiyorlardı. O alan, şehre hiçbir şey katmayan, yalnızca hareketi geçici olarak durduran bir boşluktu.

 

İşte bu yüzden bazen otoparkları mezarlıklara benzetiyorum. Ama içinde insanlar değil, hayaller gömülü. Şehirlerin kayıp potansiyeli, geleceği, özgürlüğü… Belki de bu yüzden her otopark, biraz daha yalnız hissettiriyor beni. Çünkü biliyorum ki, orada aslında başka bir hayat olabilirdi. Başka bir ihtimal. Başka bir şehir.

 

Ama biz bu şehri seçmedik. Bize dayatılanı kabullendik. Çünkü ücretsiz park yerinin aslında hiç de “ücretsiz” olmadığını kimse söylemedi. Bedelini, kiraları yükselterek ödediğimizden haberimiz olmadı. Bedelini, sokaklarımızın çehresini kaybederek ödediğimizi fark etmedik. Bedelini, çocukların sokakta oyun oynayamayarak ödediğini görmek istemedik.

 

Şehirler, hayallerin büyüdüğü yerler olmalıydı. Ama biz onları metallerin dinlendiği yerlere çevirdik.

 

Bir şehir, insanları bir araya getiren bir organizmadır. Fikirlerin, kültürlerin, anıların kesiştiği noktadır. Ama ne zaman ki bu organizma, insanı değil de makineleri merkeze almaya başladı, işte o zaman şehirler ruhlarını kaybetti. Şimdi betonun, asfaltın, çeliğin ve camın gölgesinde yaşıyoruz. Sokaklar artık yürüyen insanlar için değil, bekleyen arabalar için tasarlanıyor. Otoparklar büyüdükçe şehirler küçülüyor.

 

Ama belki de sorun sadece otoparklar değil. Asıl mesele, nasıl düşündüğümüz. Çünkü her şey bir alışkanlıktan ibaret. İnsanlar, bir şeyin hep böyle olduğunu gördüklerinde, onun değiştirilebileceğini düşünmezler. Çoğu insan için otoparklar, şehirlerin doğal bir parçası gibi görünür. Sorgulamazlar. Bir binanın altında ya da yanında devasa bir boş alan görmek, onlara normal gelir. Ama bu normal değil. Şehirler her zaman böyle değildi. Bir zamanlar sokaklar, yalnızca ulaşım için değil, buluşmalar, festivaller, kutlamalar için de kullanılırdı.

 

Bir düşün, artık bir meydanda oturup vakit geçirmek ne kadar zorlaştı. Çünkü oturacak yerler, park yerleri kadar fazla değil. Yürünebilir sokaklar, şehrin en pahalı bölgeleri haline geldi. Trafik sıkışıklığından şikâyet eden insanlar, ona neden olan asıl şeyi—yani arabalar için ayrılan devasa alanları—hiç sorgulamadı. Şehirler, insanları birbirine yakınlaştırmak için değil, onları daha hızlı dağıtmak için tasarlanmaya başladı. Ama insan olmak, hızlı ulaşmaktan ibaret midir?

 

Şehirler, insanı rahat ettirmek için var. İnsan, bir sokakta yürürken kendini güvende hissetmeli. Gözünü kaldırdığında yalnızca gri beton görmek yerine, ağaçlar, çiçekler, sanat eserleri görmeli. Ama bunun yerine, baktığımız her yerde otoparklar var. Bomboş, ruhsuz, sessiz. İçinden insan geçen ama insana ait olmayan yerler.

 

Ve işte en acısı bu: Bu kadar alanın, gerçekten kimseye ait olmaması. Bir sokakta yürürken hissettiğin o aidiyet duygusunu, otoparklarda asla hissedemezsin. Çünkü orası bir duraklama alanıdır. Orada kalamazsın, orayı sahiplenemezsin. O yüzden otoparklar, şehrin ruhunu kaybettiği yerlerdir.

 

Ama belki de hâlâ bir şansımız var. Belki de şehirleri yeniden düşünebiliriz. Boşlukları yeniden doldurabiliriz. Ama önce, neden bu kadar çok boşluk yarattığımızı anlamamız gerekiyor.

 

Şehirler bizim aynalarımızdır. Onlara baktığımızda, aslında kendimizi görürüz. Nasıl yaşadığımızı, nasıl düşündüğümüzü, neye değer verdiğimizi… Ve eğer şehirlerimiz boşluklarla, ruhsuz otoparklarla, hareket yerine durağanlıkla doluyorsa, belki de bu bizim iç dünyamızın bir yansımasıdır.

 

Otoparklar, yalnızca metal yığınları için ayrılmış alanlar değildir. Onlar, yanlış verilmiş kararların somutlaştığı yerlerdir. İnsanlardan çalınmış sokaklar, yok edilmiş yeşil alanlar, paylaşılması gereken mekânların tek bir amaca hizmet eden gri alanlara dönüşmesidir. Bir şehir, yalnızca arabaların park etmesi için var olamaz. Şehir, insan içindir. İnsan yürüsün, konuşsun, nefes alsın, yaşasın diye inşa edilir. Ama biz bunu unuttuk.

 

Belki de bu yüzden bazı şehirler bizi içine çekerken, bazıları içimizi daraltır. Paris’in dar sokaklarında yürümekle, bir Amerikan şehrinde kilometrelerce uzanan otobanlarda sıkışıp kalmak aynı his değildir. Biri insan ölçeğinde tasarlanmıştır, diğeri makine ölçeğinde. Biri hafızalarda iz bırakır, diğeri ise sadece işlevseldir. İşlevsellik, her şey demek değildir. Bir şehrin ruhu olmalı.

 

Ve işte, burada devreye biz giriyoruz. Sorgulayan, düşünen, alternatifleri arayan insanlar… Eğer bu boşlukları yeniden doldurmak istiyorsak, önce zihinlerimizdeki boşlukları doldurmalıyız. “Ücretsiz park yeri”nin aslında bir kayıp olduğunu anlamalıyız. Şehirlerin insanlara, topluluklara, birlikte yaşama sanatına hizmet etmesi gerektiğini hatırlamalıyız.

 

Düşünsene… Eğer her otopark bir park olsaydı, her boş alan bir buluşma noktası olsaydı, şehirler nasıl olurdu? Eğer kaldırım kenarları metal yığınları yerine, müzisyenlerle, sanatçılarla, sohbet eden insanlarla dolu olsaydı, nasıl hissederdin? Eğer şehirler bizi birbirimizden uzaklaştırmak yerine, bir araya getirseydi, hayat daha anlamlı olmaz mıydı?

 

Belki de en büyük kaybımız, şehirleri gerçekten kimin için inşa ettiğimizi unutmak oldu. Ama bu unutkanlık, geri dönüşü olmayan bir şey değil. Yeter ki, yaşadığımız yerleri sadece bir fonksiyonlar dizisi olarak değil, insan hayatının aktığı bir sahne olarak görelim. Ve belki de en önemlisi, şehri bir “yer” olarak değil, bir “ev” olarak hissedelim.

 

Çünkü sonunda, hepimiz yaşamak için buradayız. Beklemek için değil.