Zil çaldığında koridorlarda yankılanan seslerin, öğrencilerin neşeli kahkahalarına karıştığı günleri hatırlayanların sayısı giderek azalıyor. Artık sınıfların kapısı açıldığında, içeriye yayılan sessizlik, eski zamanlardan kalma bir hayalet gibi dolaşıyor. Kafalar öne eğik, parmaklar ekrana dokunuyor, gözler sanal dünyaların içine gömülüyor. Kimi bilgi arıyor, kimi sosyal medyada kayboluyor, kimi de varlığını hissettirmek için dijital dünyaya dokunuyor. Ancak bir şey eksik: Gerçek insan teması, yüz yüze bakmanın, yan yana olmanın getirdiği samimiyet ve anlık duyguların doğallığı. Bu dönüşüm, yalnızca pedagojik bir mesele olmanın ötesinde, insanın ruhunu şekillendiren, karakterini belirleyen, varoluşunu anlamlandıran bir değişim olarak ele alınmalı. Eğitim sistemleri yalnızca bilgi aktarımı yapan mekanizmalar değil, aynı zamanda bireyin zihinsel, duygusal ve sosyal gelişimini besleyen ekosistemlerdir. Akıllı telefonların bu ekosistemlerdeki yeri sorgulandığında, mesele yalnızca öğrencilerin derslere odaklanması değil, daha derin bir varoluş krizine işaret eden bir dönüşüm meselesidir.
Modern çağın bireyi, iletişimin yalnızca kelimelerden ibaret olmadığını bilir, ancak yine de kelimeleri ekrandan almayı tercih eder. Göz göze gelmenin, birini doğrudan dinlemenin, beden dilinin ve tonlamaların taşıdığı anlamları kaybetmeye başladığında, birey yalnızca akademik olarak değil, duygusal olarak da eksilmeye başlar. Sosyal medya ile sürekli bağlantıda olmak, yalnızlık hissini artırırken, ironik bir şekilde bireyi daha da izole eder. Özgüvenin, aidiyetin ve kimlik inşasının ergenlik döneminde biçimlendiği düşünüldüğünde, bu izolasyonun uzun vadeli etkileri göz ardı edilemez.
Özellikle eğitim kurumları, öğrencinin zihinsel ve duygusal gelişimini besleyen bir bahçe gibidir. Eğer bu bahçeye sürekli dijital parazitler eklenirse, o bahçenin sağlıklı bir ekosistem yaratması mümkün olmaz. Akıllı telefonların yasaklanması meselesi tam da burada bir dönüm noktası yaratır. Yasak, basit bir disiplin tedbiri değil, öğrencinin kendini keşfetmesine, benliğiyle yüzleşmesine, çevresiyle organik bağlar kurmasına imkan tanıyacak bir alan açmaktır. Bu yasakların gerçekten işe yarayıp yaramadığı ise, yalnızca ekran sürelerine ya da akademik başarıya bakarak değil, bireyin ruhsal ve sosyal gelişimiyle ölçülebilir.
Ancak, mesele yalnızca okullarda akıllı telefon kullanımının yasaklanmasıyla çözülebilecek kadar basit değildir. Yasak, büyük bir dönüşümün yalnızca başlangıç adımı olabilir. Eğer bireylerin zihinleri ve ruhları zaten sanal dünyalara mahkum olmuşsa, yalnızca fiziksel ortamda bir kısıtlama getirmek yeterli olmayacaktır. Asıl mesele, gençlerin yalnızca telefonlarını değil, bağımlı hale geldikleri sanal dünyaları da bir süreliğine kapatıp, kendi iç dünyalarına, çevrelerindeki gerçek insanlara yönelmelerini sağlamaktır. Peki, bu dönüşüm nasıl mümkün olabilir?
Eğitim, yalnızca bilgi aktarmak değil, bireyin zihnini ve ruhunu şekillendiren bir süreçtir. Ancak modern dünyanın getirdiği dijital devrim, bu sürecin doğasını dönüştürerek, bireyin hem kendisiyle hem de çevresiyle kurduğu bağları zayıflatmaktadır. Bir sınıfın içinde bulunan öğrenciler artık aynı fiziksel ortamda olsalar da, zihinsel olarak birbirlerinden kilometrelerce uzaklarda dolaşmaktadır. Telefon ekranına bakarken yanındaki arkadaşını fark etmeyen bir öğrenci, yalnızca bir cihaz kullanmamakta, aynı zamanda insan bağlarını ve sosyal etkileşimi de göz ardı etmektedir. Bu kopuş, yalnızca anlık bir dikkat eksikliği yaratmaz, aynı zamanda bireyin empati kurma becerisini, duygu paylaşım yetisini ve en önemlisi gerçek hayatın içinde var olma bilincini de zayıflatır.
Okullarda akıllı telefon kullanımının yasaklanması, bu soruna dair atılmış bir adımdır, fakat bir çözüm değil, daha büyük bir sorunun yüzeyindeki belirtileri hafifletmeye çalışan bir yöntemdir. Asıl mesele, neden bu yasaklara ihtiyaç duyduğumuzdur. Dijital dünya, yalnızca bir araç değil, aynı zamanda bir varoluş biçimine dönüşmüş durumdadır. Sosyal medya, oyunlar, mesajlaşma uygulamaları ve internetin sunduğu sonsuz içerik, bireyin gerçek dünyadaki deneyimlerini ikame eden bir simülasyon yaratmaktadır. Genç bir bireyin bu simülasyon içinde kaybolması, onun gerçek dünyanın getirdiği sorumluluklardan, duygusal iniş çıkışlardan ve insan ilişkilerinin doğasından uzaklaşmasına neden olur.
Peki, bu simülasyonun içinde büyüyen bir birey, kim olduğunu ve neye değer verdiğini nasıl bilebilir? Kimlik, yalnızca kişinin kendisiyle ilgili düşüncelerinden ibaret değildir. Kimlik, karşılaştığımız insanlar, yaşadığımız deneyimler, yüz yüze kurduğumuz ilişkiler ve hayatın bize sunduğu zorluklarla şekillenir. Ancak akıllı telefonlar, bu şekillenme sürecine sürekli bir müdahalede bulunarak bireyin gelişiminde doğal olan bu süreci sekteye uğratmaktadır. Örneğin, sosyal medya platformları, bireylere kendi kimliklerini inşa etme özgürlüğü sunduğunu iddia ederken, aslında onları belirli kalıpların içine hapsetmektedir. Her paylaşım, bir beğeni sayısı üzerinden değer kazanır, her yorum, bir sosyal statünün yansıması olarak görülür ve her etkileşim, bireyin kendi varoluşunu sorgulamasına yol açacak bir karşılaştırma mekanizması yaratır.
Özellikle ergenlik dönemindeki gençler için bu durum daha da kritik hale gelir. Beyin gelişiminin hızlandığı, bireyin kendini aradığı ve sosyal onay mekanizmalarının en güçlü şekilde devrede olduğu bu dönemde, dijital dünyanın sunduğu alternatif gerçeklikler, gerçek deneyimlerin yerini almaya başlar. Sosyal medya aracılığıyla sürekli olarak dış dünyanın onayına muhtaç hale gelen gençler, kendilerini yalnızca başkalarının gözünden değerlendirmeye başlarlar. Bu durum, özsaygı ve özgüvenin dış faktörlere bağımlı hale gelmesine neden olur. Gerçek hayatta kurulan ilişkilerde iniş çıkışlar yaşamak doğaldır, ancak dijital dünya, bu iniş çıkışları minimize ederek bireye sürekli olarak idealize edilmiş bir dünya sunar. Gerçek hayatın karmaşıklığıyla yüzleşmek zorunda kalan gençler, bu yüzleşme anında kırılganlaşır, depresyon ve kaygı gibi zihinsel sağlık sorunlarıyla mücadele etmek zorunda kalırlar.
Eğitim kurumları, bu noktada bir sınır çizmek zorundadır. Ancak bu sınır yalnızca fiziksel olarak bir cihazın kullanımını yasaklamakla değil, aynı zamanda bireyin zihinsel ve duygusal bağlamda nasıl bir dünya içinde büyümesi gerektiğine dair bir yönlendirme yaparak çizilmelidir. Akıllı telefonlar yalnızca bir teknoloji değildir; aynı zamanda insan zihninin nasıl şekilleneceğine dair bir yönlendirme aracıdır. Eğer bu yönlendirme, bireyin kendi benliğinden uzaklaşmasına ve yalnızca sanal bir varlık haline gelmesine neden oluyorsa, burada ciddi bir dönüşüme ihtiyaç vardır.
Ancak bu dönüşüm, yalnızca okullarda akıllı telefonları yasaklamakla değil, dijital çağın sunduğu imkanları nasıl doğru kullanacağımızı öğretmekle mümkündür. Yani, yasak bir son değil, bir başlangıç noktası olmalıdır. Akıllı telefonların eğitimin doğasına olan etkisini ele alırken, yalnızca olumsuz yönlerine değil, aynı zamanda onların nasıl faydalı hale getirilebileceğine dair de düşünmemiz gerekmektedir. Teknolojinin sunduğu imkanları tamamen reddetmek yerine, onu insanı daha fazla insan yapan bir araç haline getirebilir miyiz? İşte asıl sorulması gereken soru budur.
Teknolojinin insanlık tarihi boyunca ilerlemeyi şekillendiren en büyük güçlerden biri olduğu yadsınamaz. Tekerleğin icadından matbaaya, sanayi devriminden dijital devrime kadar her yenilik, insanın kendini ve çevresini algılama biçimini değiştirmiştir. Ancak hiçbir teknoloji, insanın doğrudan zihinsel ve duygusal dünyasını akıllı telefonlar kadar etkilememiştir. Bu küçük cihazlar, yalnızca bilgiye erişimimizi kolaylaştırmakla kalmamış, aynı zamanda dikkat süremizi kısaltmış, sabrımızı törpülemiş, sosyal ilişkilerimizi dönüştürmüş ve hatta benlik algımızı yeniden şekillendirmiştir. Bütün bunlar düşünüldüğünde, okullarda akıllı telefon kullanımını yasaklamanın ne kadar yeterli olduğu sorusu ortaya çıkmaktadır.
Yasaklar, belirli davranışları kısıtlasa da, bireyin iç dünyasında değişim yaratmadıkça etkileri sınırlı kalacaktır. Bir öğrencinin okuldayken telefonu kullanamaması, onun telefonla kurduğu bağı ortadan kaldırmaz. Tam tersine, bu yasak bazen daha büyük bir merak ve bağımlılık doğurabilir. Tıpkı bir çocuğun elinden alınan oyuncağın daha cazip hale gelmesi gibi, erişimi kısıtlanan bir teknolojik araç da bireyin ilgisini daha fazla çekebilir. O halde, bu noktada sorulması gereken en önemli soru şudur: Akıllı telefonlar sadece fiziksel olarak mı yasaklanmalı, yoksa bireyin onlara olan bağımlılığı zihinsel düzeyde mi ele alınmalı?
Zihinsel ve duygusal bağımlılığın en büyük göstergelerinden biri, bireyin gerçek dünyadan koparak dijital kimliğini daha fazla önemsemeye başlamasıdır. Günümüz gençleri için bir mesajın kaç dakika içinde yanıtlandığı, bir gönderinin kaç beğeni aldığı veya sosyal medyada yapılan bir paylaşımın nasıl karşılandığı büyük anlamlar taşıyor. Dijital ortamda var olmak, gerçek hayatta var olmaktan daha öncelikli hale geliyor. Oysa insan, duygusal derinliği olan, fiziksel temasa ve yüz yüze iletişime ihtiyaç duyan bir varlıktır. Eğitimin temel amaçlarından biri de bireyin bu derinliği keşfetmesine yardımcı olmaktır. Ancak akıllı telefonlar, bu keşfi engelleyen bir duvar gibi öğrencinin önüne çekildiğinde, onun öğrenme süreci kesintiye uğrar.
Bu durum yalnızca akademik başarıyı değil, aynı zamanda bireyin ruhsal gelişimini de sekteye uğratır. Eğitim, bireyi yalnızca bilgiyle donatmak değil, aynı zamanda ona hayatı anlamlandırma becerisi kazandırmak için vardır. Oysa dijital dünya, her şeyin hızla tüketildiği, yüzeysel ilişkilerin kurulduğu ve sürekli karşılaştırma mekanizmasının devrede olduğu bir ortam yaratarak bireyi derinlikten uzaklaştırır. Örneğin, bir öğrenci bir konu hakkında derinlemesine düşünmek yerine, hızlı bir Google araması yaparak birkaç saniyede hazır bir cevap bulmayı tercih edebilir. Ancak gerçek bilgi, sadece verilerin ezberlenmesiyle değil, o bilgiyi içselleştirme süreciyle kazanılır.
Eğer akıllı telefonlar eğitimi yalnızca bilgiye hızlı erişim sağlayan bir araç haline getirseydi, belki de bu kadar büyük bir problem olmazdı. Ancak mesele sadece bilgiye ulaşmak değil, aynı zamanda bilginin bireyin dünyasında nasıl bir anlam kazandığıdır. Sürekli olarak ekrana bakarak vakit geçiren bir öğrenci, çevresindeki dünyayı gözlemleme, insanlarla doğrudan iletişim kurma ve hayatın içindeki detayları fark etme becerisini kaybeder. Doğanın renklerini görmek yerine filtrelenmiş görüntülerle yetinen, bir kitabın içine dalmak yerine özetlere göz atan, arkadaşlarıyla yüz yüze sohbet etmek yerine mesajlaşmayı tercih eden bir birey, gerçek deneyimlerden uzaklaşır.
Bu noktada, okullarda akıllı telefon kullanımını yasaklamanın bir çözüm mü, yoksa sadece bir semptomu bastırma girişimi mi olduğu tartışılmalıdır. Çünkü bir şeyi yasaklamak, onun varlığını yok etmek anlamına gelmez. Akıllı telefonlar, gençlerin hayatlarının o kadar içine işlemiştir ki, onların kullanımını sınırlamak bile büyük bir kültürel değişim gerektirir. Bu değişimin gerçekleşebilmesi için yalnızca fiziksel yasaklarla değil, aynı zamanda bilinç kazandırıcı programlarla da desteklenmesi gerekir. Öğrencilere sadece telefonlarını bırakmaları gerektiği söylenmemeli, aynı zamanda neden bırakmaları gerektiği anlatılmalı ve onlara telefonun yerine koyabilecekleri alternatifler sunulmalıdır.
Örneğin, derslerde ele alınan konular daha fazla interaktif hale getirilmeli, öğrencilerin yüz yüze iletişim kurmalarını teşvik eden aktiviteler artırılmalı, telefonların sunduğu dijital dünyanın yerine, onların keşfetmesi gereken gerçek bir dünya olduğu hissettirilmelidir. Teknoloji tamamen reddedilmemeli, ancak ona bilinçli bir şekilde yaklaşılması gerektiği öğretilmelidir. Eğer bir öğrenciye sadece telefon kullanma yasağı koyulursa, o öğrenci sadece kısıtlama hissi yaşar. Ancak ona alternatif bir dünya sunulursa, yani kitapların büyüsünü, doğayla iç içe olmanın huzurunu, yüz yüze kurulan dostlukların samimiyetini hissetmesi sağlanırsa, o zaman telefonun yarattığı bağımlılık kendiliğinden azalacaktır.
Akıllı telefonların yasaklanması yalnızca yüzeysel bir çözüm olarak kalmamalı, bu yasak bir zihinsel dönüşümün başlangıcı olmalıdır. Çünkü mesele sadece bir cihazın kullanımını sınırlamak değil, bireyin dünyayı nasıl algıladığına dair köklü bir değişim yaratmaktır. Eğitim sistemleri, bu değişimi gerçekleştirecek en güçlü araçlardan biridir. Ancak bu gücün etkili olabilmesi için sadece kurallarla değil, öğrencinin iç dünyasında bir farkındalık yaratacak yöntemlerle hareket edilmelidir.
Eğer eğitim yalnızca bilgi aktarmak değil, bireyi insan yapan temel değerleri inşa etmekse, bu süreçte akıllı telefonların nasıl bir rol oynadığı konusunda daha derinlemesine düşünmemiz gerekir. Bugün birçok eğitim politikası, yalnızca öğrencilerin akademik başarılarını artırmaya odaklanırken, onların karakter gelişimini, duygusal zekasını ve hayatı anlamlandırma becerilerini geri plana itmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki, insanı başarılı yapan şey yalnızca bilgi değildir; bilginin nasıl kullanıldığı, bireyin kendini ve çevresini nasıl anlamlandırdığı, insan ilişkilerini nasıl kurduğu ve yaşadığı dünyaya nasıl bir katkı sunduğudur.
Dijital çağın sunduğu sınırsız bilgi, bireyin zihnini besler gibi görünse de, aslında onu yüzeyselliğe mahkum edebilir. Çünkü bilgiye anında erişmek, bireyi bilgiyle yüzleşme, onu sorgulama ve içselleştirme sürecinden alıkoyar. Eskiden bir kitap sayfasında saatlerce düşünerek ilerleyen bir öğrenci, bugün birkaç saniyede aldığı bilgiyi tüketip geçmektedir. Oysa bilginin insan ruhunda derin bir iz bırakması için zaman, sabır ve yoğunlaşma gerekir.
Akıllı telefonların okullarda yasaklanması, yalnızca anlık bir dikkati geri kazandırmayı değil, aynı zamanda öğrencinin bu derinleşme sürecine girmesini de amaçlamalıdır. Ancak bu, yalnızca telefonları elinden almakla olmaz. Öğrencilere yeni bir anlam dünyası sunulmalı, hayatın dijital ekranlardan ibaret olmadığı hissettirilmelidir. Örneğin, gerçek anlamda bir tartışma ortamında yer alan, farklı fikirlerle yüzleşen, eleştirel düşünmeyi öğrenen bir öğrenci için ekranlar cazibesini kaybetmeye başlayacaktır.
Ancak burada önemli bir nokta vardır: Gençler neden akıllı telefonlara bu kadar bağımlıdır? Eğer bu soruya yüzeysel bir yanıt verilirse, ortaya çıkan çözümler de yüzeysel olacaktır. Akıllı telefonlar sadece bir eğlence veya iletişim aracı değildir; onlar aynı zamanda bir kaçış mekanizmasıdır. Bir genç, gerçek dünyada kendini yalnız, anlaşılmamış veya yetersiz hissettiğinde, dijital dünyanın sunduğu sınırsız içerikler içinde kaybolarak bir tür “sığınak” yaratır. Bu yüzden telefonların yasaklanması tek başına yeterli değildir; gençlerin bu sığınağa neden ihtiyaç duyduğunu anlamak gerekir.
Öğrencilerin büyük bir kısmı, gerçek dünyada karşılaştıkları duygusal zorluklarla başa çıkma konusunda yeterli donanıma sahip değildir. Hayal kırıklıkları, başarısızlık korkusu, aidiyet arayışı ve kimlik krizleri, onları dijital dünyaya daha fazla yönlendirmektedir. Burada önemli olan, telefonları ellerinden alarak onları yalnız bırakmak değil, onların kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlayacak alternatifler sunmaktır. Gerçek hayatın içindeki anlamları keşfetmelerine yardımcı olmak, yalnızca bir kısıtlama politikasıyla değil, bilinçli bir yönlendirme ve destek mekanizmasıyla mümkündür.
Bu noktada, okul ortamının da yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Eğer öğrenciler için okul yalnızca akademik başarının ölçüldüğü, sınav stresinin baskın olduğu ve bireysel gelişimin ihmal edildiği bir yer haline gelirse, onların dijital dünyaya kaçışı kaçınılmaz olacaktır. Ancak okul, yalnızca bir bilgi merkezi değil, aynı zamanda bir topluluk hissi sunan, bireyin duygusal ihtiyaçlarını da karşılayan bir ekosistem haline gelirse, o zaman dijital bağımlılık kendiliğinden azalacaktır.
Bunun için, okullarda şu gibi adımlar atılmalıdır:
1. Öğrencilerin yaratıcı yönlerini geliştirebileceği ortamlar sunulmalıdır. Müzik, resim, tiyatro, yazı gibi alanlar yalnızca birer “hobi” olarak görülmemeli, öğrencinin kendi benliğini ifade edebileceği temel araçlar olarak değerlendirilmelidir.
2. Sosyal ilişkileri güçlendiren etkinlikler artırılmalıdır. Öğrencilerin bir araya gelerek birlikte üretebileceği projeler, dijital dünya yerine gerçek dünyada anlam bulmalarını sağlayacaktır.
3. Psikolojik destek mekanizmaları güçlendirilmelidir. Eğer bir öğrenci kendini yalnız hissediyorsa, bu yalnızlık dijital dünyada geçirdiği saatler boyunca büyüyerek kronik hale gelecektir. Bu nedenle, okullar yalnızca akademik başarıyı değil, aynı zamanda öğrencinin ruhsal gelişimini de desteklemelidir.
4. Eleştirel düşünme becerileri öğretilmelidir. Dijital dünyada sunulan içeriklerin büyük bir kısmı yüzeyseldir ve bireyi pasif bir tüketici haline getirir. Oysa gerçek düşünme süreci, sorgulama, analiz etme ve kendi fikirlerini üretme becerisi gerektirir. Eğer öğrenciler yalnızca bilgi tüketmek yerine, bilgiyi dönüştürmeyi öğrenirlerse, ekranların büyüsü azalacaktır.
Tüm bu adımlar, yalnızca teknolojinin getirdiği problemleri çözmek için değil, aynı zamanda insanın anlam arayışını desteklemek için gereklidir. Çünkü insan, yalnızca ekranlara bakarak mutlu olamaz. Gerçek mutluluk, bir şey üretmenin, bir şey yaratmanın ve başka insanlarla gerçek bir bağ kurmanın getirdiği tatminle ortaya çıkar. Eğer akıllı telefonlar bu bağları zayıflatıyorsa, yapılması gereken onları tamamen yasaklamak değil, insanın içindeki o derin anlam arayışını destekleyecek yeni yollar sunmaktır.
Okullarda akıllı telefon yasakları, yüzeysel bir çözümden çok, daha büyük bir dönüşümün ilk adımı olmalıdır. Eğer bizler bu dönüşümü sadece fiziksel yasaklarla değil, aynı zamanda zihinsel ve ruhsal gelişimi destekleyen politikalarla yönlendirebilirsek, o zaman gerçek anlamda bir değişim yaratabiliriz. Çünkü mesele sadece bir teknolojiyi sınırlamak değil, insanın kendi iç dünyasını keşfetmesini sağlamaktır.
Modern çağın insanı, tarih boyunca hiç olmadığı kadar bağlantıda ama bir o kadar da yalnız. Akıllı telefonlar, insanın hem kendisiyle hem de çevresiyle olan ilişkisini dönüştürdü; ona sınırsız bilgi, anlık iletişim ve sanal bir kimlik sundu. Ancak bu dijital devrim, insanın özüne dair derin bir boşluk yaratırken, özellikle genç bireylerin gerçek dünyayla kurduğu bağları zayıflattı. Okullarda akıllı telefonların yasaklanması, bu boşluğu kapatmak için atılan bir adım olsa da, asıl mesele, bireyin neden dijital dünyaya bu kadar bağımlı hale geldiğini anlamaktan geçer. Çünkü bir şeyi yalnızca yasaklamak, onu ortadan kaldırmaz; aksine, o şeye duyulan arzuyu daha da artırabilir.
Bu nedenle, telefon yasaklarını yalnızca bir kural olarak değil, daha büyük bir zihinsel dönüşümün başlangıcı olarak görmek gerekir. Eğer bir öğrencinin telefon kullanmasını engellemek istiyorsak, ona daha iyi bir alternatif sunmamız gerekir. Bu alternatif, yalnızca akademik başarı değil, aynı zamanda duygusal tatmin, sosyal bağlar ve gerçek hayattaki anlam arayışıdır. Bir öğrencinin gözünü ekrandan kaldırmasını istiyorsak, ona bakmaya değer bir dünya sunmalıyız.
Bunun için okulların, sadece bilgi aktaran yerler olmaktan çıkıp, gerçek bağların kurulduğu, bireyin kimliğini inşa ettiği, duygusal zekasını geliştirdiği ve insan olmanın ne anlama geldiğini öğrendiği mekanlar haline gelmesi gerekir. Akıllı telefon yasakları, bu dönüşümün sadece bir başlangıcı olabilir; eğer bu yasaklar, bilinçli bir eğitim politikasıyla desteklenmezse, yalnızca geçici bir çözüm olmaktan öteye gidemez.
Ancak asıl değişim, yalnızca okul duvarları içinde değil, bireyin kendi zihninde başlamalıdır. Eğer bir genç, gerçek dünyada var olmanın, hissetmenin, üretmenin ve paylaşmanın değerini keşfederse, ekranın sunduğu sahte gerçekliğin cazibesi azalacaktır. Bir kitabın sayfalarına dokunmanın, bir arkadaşın gözlerine bakarak sohbet etmenin, gerçek bir soruyu derinlemesine düşünmenin verdiği tatmin, hiçbir dijital deneyimle kıyaslanamaz.
Belki de bu yüzden, esas çözüm yasaklarda değil, bireyin kendini keşfetmesine izin veren yeni bir eğitim anlayışında yatmaktadır. Akıllı telefonları yasaklamak, bireyi özgürleştirmez; ancak, ona kendi zihnini ve ruhunu geliştirebileceği bir alan açmak, onu özgür kılabilir. Eğer eğitim, yalnızca dijital çağın getirdiği bilgiyi öğretmekten ibaret olursa, insanın özüne dair en önemli şeyleri gözden kaçırmış oluruz.
Okullarda akıllı telefon yasakları, modern çağın getirdiği sorunlara karşı geliştirilen yüzeysel bir refleks değil, daha büyük bir dönüşümün parçası olmalıdır. Çünkü mesele yalnızca teknolojiyi sınırlamak değil, insanı gerçek dünyaya, gerçek ilişkilere ve kendi ruhuna geri döndürmektir.