Uzun ve dar bir koridordan geçerken, yorgun ama bilge bir adamın ağır adımları duyulurdu eski gazete binalarında. Zihninde yankılanan tarihî meseleler, dünyanın dönüşüne yön veren büyük sorulara dönüşürdü. O, bir medeniyetin şafağında duran bir düşünürdü; kelimeleri yalnızca satırlara değil, toplumsal belleğe de kazınırdı. Türkiye de benzer bir düşünsel sürecin tam ortasında duruyor: geçmişin mirasıyla geleceğin inşası arasındaki ince çizgide. Bir zamanlar Osmanlı sokaklarında yankılanan ayak sesleriyle, Cumhuriyet meydanlarında yükselen sesler arasında derin bir bağ var. Peki, bu bağ bizi nereye götürüyor? Türkiye’nin büyük dönüşümünün ekseni ne olmalı? Bir toplum, geçmişiyle yüzleşmeden, geleceğini inşa edebilir mi?

Şehirler, toplumların en büyük aynalarıdır. İstanbul’un dar sokakları, Ankara’nın geniş bulvarları, İzmir’in deniz kokan meydanları sadece taş ve betondan ibaret değil. Her biri, bir milletin tarihini ve geleceğe dair umutlarını içinde barındırır. Ancak bu şehirlerin hafızası ne kadar korunuyor, ne kadar geleceğe aktarılıyor? Tarihin yüküyle yoğrulmuş binaların arasından yükselen gökdelenler, modernleşmenin mi, yoksa hafıza kaybının mı simgesi? Kadim medeniyetlerin izlerini taşıyan Anadolu topraklarında, şehirlerin ruhunu koruyarak mı ilerliyoruz, yoksa onları geri dönülmez şekilde dönüştürerek mi? İstanbul’un silüeti, Topkapı Sarayı’nın kubbelerinden ziyade devasa plaza camlarında mı yansıyor artık? Eğer öyleyse, bu değişimin getirdiği kimlik kaybı, toplumsal ruhumuza nasıl etki ediyor?

Dünyanın en büyük meseleleri, şehirlerin kimliksizleşmesiyle başlar. New York’un tarihî bölgeleri koruma altına alınırken, Paris’in meydanları asırlık binalarla çevriliyken, neden İstanbul’un eski mahalleleri bir bir yıkılıp yerine ruhsuz bloklar dikiliyor? Bir toplum, mekânlarına yabancılaştığında, tarihine de yabancılaşır. Türkiye, hızla büyüyen nüfusuyla, genişleyen kentleşmesiyle, ekonomik kalkınma uğruna özünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Ancak, geçmişiyle yüzleşmeden geleceğini inşa eden hiçbir ülke, sürdürülebilir bir refaha ulaşamaz. Roma İmparatorluğu’nun kalıntıları üzerine kurulan modern İtalya, tarihiyle barışık bir şekilde gelişti. Çin, geleneksel mimarisini koruyarak devasa bir ekonomik güce dönüştü. Peki, Türkiye bu denklemde nerede duruyor?

Tarih yalnızca geçmişte kalan bir anı değil, geleceğe yön veren bir pusuladır. Şehirlerimiz sadece fiziksel mekânlar değil, toplumsal hafızamızın arşivleridir. İstanbul’un sokakları, yalnızca arabaların geçtiği yollar değil, Yahya Kemal’in dizelerinde yankılanan hatıraların dolaştığı damarlar olmalıdır. Ankara’nın geniş caddeleri, sadece bürokratik merkezler değil, Atatürk’ün ideallerini taşıyan rüzgârın estiği koridorlar olmalıdır. İzmir’in kıyıları, yalnızca deniz kenarında vakit geçirilen yerler değil, bağımsızlık ruhunun hâlâ hissedildiği meydanlar olmalıdır. Eğer şehirlerimizi sadece ekonomik göstergelerle ölçersek, toplumun ruhunu kaybetmeye mahkûm oluruz.

Türkiye’nin geleceği, demografik yapısındaki büyük dönüşümle şekillenecek. Şehirlerin büyümesi, köylerin boşalması, yeni nesillerin doğduğu mekânlarla kurduğu bağ, bu ülkenin yarınını belirleyecek. 2050’ye kadar dünya nüfusu 9 milyarı aşacak ve Türkiye de bu büyümeden payını alacak. Ancak asıl mesele, bu büyümenin nasıl yönetileceğidir. Plansız bir şehirleşme, toplumun ruhunu tüketen bir beton ormanı yaratır. Kültürel hafızasını kaybeden bir millet, köklerinden kopar. Oysa şehirlerimizi, tarihimizin bir parçası olarak inşa edersek, modernleşmenin yalnızca ekonomik değil, kültürel bir kalkınma da olduğunu fark edersek, işte o zaman Türkiye gerçekten çağın öncüsü olabilir.

Tarih boyunca büyük şehirler, büyük fikirlerin doğduğu yerler olmuştur. Atina demokrasiyi yarattı çünkü insanların bir araya gelip tartıştığı meydanları vardı. Kahire, medeniyetin beşiği oldu çünkü geçmişiyle geleceği birleştiren bir hafızaya sahipti. İstanbul, Roma’dan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadar büyük dönüşümlere tanıklık etti çünkü her dönemde kendini yeniden icat etti. Şimdi Türkiye, yeni bir dönemin eşiğinde. Peki, bu yeni dönemin şehirleri nasıl olacak? Geçmişiyle barışık, geleceğe umutla bakan bir ülke mi yaratacağız, yoksa tarihin izlerini silerek kimliksizleşen, ruhunu kaybeden bir toplum mu olacağız?

Bu soruların cevabı, bugün verdiğimiz kararlarda yatıyor. Şehirlerimizi nasıl inşa ettiğimiz, hangi mirası koruyup hangisini yok saydığımız, hangi değerleri gelecek nesillere taşıdığımız, Türkiye’nin 21. Yüzyılda nasıl bir rol oynayacağını belirleyecek. Sadece beton yükseltmek değil, kültürü yaşatmak; sadece ekonomik büyüme değil, toplumsal aidiyet inşa etmek zorundayız. Eğer bunu başarabilirsek, Türkiye yalnızca bir coğrafya değil, tarihin ve geleceğin kesişim noktasında parlayan bir medeniyet olarak var olacaktır.