Göz alabildiğine uzanan bir çöl düşünün. Ufuk çizgisinde Doğu'nun kızıl güneşiyle Batı'nın gri bulutları birbirine karışıyor. Ayaklarınızın altındaki kum, sıcak ve yakıcı; dokundukça elinizden kayıp gidiyor. İşte insanın kendi kimliğini arayışı da böyle bir çöl yürüyüşüne benzer. Her adımda biraz daha kaybolur insan, ama aynı zamanda biraz daha yaklaşır hakikate. Doğu’nun ağırbaşlı bilgeliği ile Batı’nın hareketli aklı arasında sıkışmış bir ruhun sessiz adımlarını dinliyoruz. Her adım, şahsiyetin inşasında kazılan bir taş, sorgulanan bir fikir, yıkılan bir duvar...
Doğu, köklerin toprağa sıkı sıkıya tutunduğu, sabırla büyüyen bir çınardır. Geleneklerin gölgesinde, zamanın bile durduğu bir dünyadır. Batı ise rüzgarın önüne kattığı bir yaprak misali, sürekli devinen ve sorgulayan bir akıl… Bu iki dünya, insan zihninde sürekli bir hesaplaşma içindedir. Terazinin bir kefesinde Doğu’nun köklü değerleri, diğer kefesinde Batı’nın sorgulayıcı düşüncesi durur. Ama bu terazi, hiçbir zaman dengede kalmaz. Her eğilişte insan biraz daha yabancılaşır kendine, biraz daha savrulur. Ne tam Doğulu kalabiliriz ne de bütünüyle Batılı olabiliriz. Peki, bu dengeyi kurmak mümkün mü?
İnsan, bazen kendi evinde bile yabancıdır. Duvarlar tanıdık, eşyalar yerli yerinde ama ruhu sanki başka bir coğrafyada dolaşır. Modern dünyanın parıltılı ışıkları altında, içimizde yankılanan sesi bastırırız. Kim olduğumuzu unutur, başkalarının kalıplarına sıkışırız. Bir maske gibi giyeriz yabancı düşünceleri, bir gölge gibi peşimizi bırakmayan ideolojileri. Oysa insanın en derin sancısı, kendine yabancılaşmasıdır. Aynaya baktığında gördüğü suretin, artık ona ait olmadığını hissetmesidir.
Yabancılaşma, içimizi kemiren sessiz bir çığlıktır. Batı'nın hızlı akışıyla sürüklenirken, Doğu’nun sessiz bilgeliğini kaybederiz. Ne köklerimize dönebiliriz ne de Batı’nın fırtınasında sağlam durabiliriz. Kimliğimiz, rüzgarın önünde savrulan bir yaprak gibi. İşte burada, insanın kendini bulma yolculuğu başlar. Ama bu yolculuk, kolay bir yürüyüş değildir.
Şahsiyet, insanın kendi elleriyle ördüğü bir kaledir. Dışarıdan gelen her sese kapalı, içindeki hakikate açık bir sığınak. Bu kale, kolayca inşa edilmez. Her taşında bir sorgulama, her duvarında bir çatışma vardır. Şahsiyet, ideolojilerin gölgesinde şekillenmez; aksine, özgür düşüncenin güneşiyle yoğrulur. Taklit etmek kolaydır, ama kendini inşa etmek sancılıdır. İnsan, başkalarının kalıplarını yıktıkça, kendi sesini bulur.
Fakat bu sesi bulmak için tefekkür etmek gerekir. Tefekkür, yüzeysel düşüncenin ötesine geçip, derinlerde yatan hakikati aramaktır. Sessizce düşünmek, sabırla sorgulamak… Tıpkı çölün ortasında susuz kalmış bir yolcunun, serapla hakikati ayırt etmeye çalışması gibi. Düşünmek, konforlu bir alan değildir. Karanlık ve sessizdir, ama içinden geçen her fikir, insanı biraz daha özgür kılar.
Düşünmekten korkan insan, çoğu zaman karanlıkta kalmayı tercih eder. Obskürantizm, bilerek ve isteyerek cehalete sarılmaktır. Çünkü hakikati görmek acıtır. Sorgulamak, insanı rahatsız eder. Bu yüzden çoğu insan, başkalarının düşüncelerine sığınır. Kendi aklıyla yüzleşmek yerine, başkalarının aklına teslim olur. Oysa düşünmek, bir yük değil, bir özgürlüktür. Bilginin karanlığında yol almak cesaret ister. Bu cesareti göstermeyenler, ideolojilerin zincirinde kaybolur.
İdeolojiler, insanın düşüncesini kalıplara hapseden görünmez zincirlerdir. Başlangıçta bir sığınak gibi görünen bu kalıplar, zamanla birer prangaya dönüşür. İnsan, sorgulamayı bıraktığında, düşünmeyi de bırakır. Artık başkalarının doğrularıyla yürür, başkalarının yollarında kaybolur. Oysa şahsiyet, ideolojilerin ötesinde, özgür bir zeminde inşa edilir. Kendi sesini bulmak, başkalarının sesiyle konuşmayı reddetmektir.
Çağdaşlaşmak, başkalarını taklit etmek değil, kendini yeniden inşa etmektir. Modern olmak, başka kültürlerin kopyası olmak değildir. Köklerinden kopmadan yenilenmek, geçmişi bir yük değil, bir güç olarak taşımaktır. İnsan, ancak kendi değerlerini anlayarak ve sorgulayarak çağdaşlaşabilir. Değişim, dışarıdan alınan bir kalıp değil, içeriden gelen bir dönüşüm olmalıdır. Taklit etmek kolaydır, ama dönüşmek cesaret ister.
İnsan, Doğu ve Batı arasında ince bir çizgide yürürken, kimliğini arar. Bu arayışta en önemli yol gösterici, düşüncedir. Yabancılaşmadan korkmadan, sorgulamaktan çekinmeden yürümek gerekir. Her adımda biraz daha derinleşmek, her soruda biraz daha özgürleşmek…
Çünkü insan, ancak kendi yolunu çizdiğinde gerçekten var olabilir. Şahsiyetini inşa edip, düşüncenin zincirlerini kırdığında özgürleşir. Ve işte o zaman, insan kendi gölgesinde kaybolmaz, kendi ışığında yol alır.