Yeryüzünün kalbi, her gün yeniden yırtılan, acıdan kıvranan bir yaradır ve bu yaranın derinliklerinde yankılanan fısıltılar, binlerce yılın şahitliğini taşır. Bir zamanlar gökyüzünün altında sarsılmaz bir kale gibi yükselen şehirlerin surları, şimdi tozlu harabeler olarak dilsiz bir ağıt yakıyor. Şehrin sokaklarında, taşların sessizliğinde, zamanın akışına direnen bir ruhun hikayesi gizlidir. Ne zaman ki gökyüzü, acımasız bir kurşuni renge bürünür, ne zaman ki deniz, gözyaşının tuzlu tadını taşır, işte o zaman adalet ve merhametin yanan meşalesi, en umutsuz anlarda dahi parlamaya başlar. Bu, bütün insanlığın ortak yazgısı ve zulmün gölgesinde soluksuz kalan bir nefesin, dirilişin ve direnişin şarkısına dönüşmesidir. 

Oysa zulüm, bir yılan gibi sinsice süzülerek en masum ruhlara musallat olduğunda, hayatın ritmi kesilir ve her şey donuk bir karanlığa gömülür. Kitapları okurken şehirler gördüm, insanlar tanıdım. Yüzlerinde, kalplerinde ve ruhlarında taşıdıkları derin acıyı hissettim. Onların haykırışları, rüzgarın uğultusuna karışarak gökyüzüne yükseliyor, bulutları delip geçiyor ve evrenin en ücra köşelerinden dahi duyulacak bir çığlığa dönüşüyordu. Bu çığlık, manevi bir yıkımın, bir inancın ve bir umudun kırılışının sesiydi. Ama bu kırılış, aynı zamanda bir uyanışın da habercisiydi.

En karanlık gecenin sonunda şafağın sökeceği gibi, en büyük zulüm de, en büyük direnişi doğurur.

Kitap sayfalarında, ben, bu topraklarda defalarca doğdum ve defalarca öldüm. Yüzyıllar boyunca adalet arayışının her bir damlasını içtim ve her direnişin sönmeyen ateşinde yandım. Şimdi, bu anılarla dolu bir zihinle, modern dünyanın karmaşık labirentlerinde yürüyorum. Etrafımda, gözleri kör olmuş kalabalıklar görüyorum; vicdanları uyuşturulmuş, ruhları paslanmış insanlar… Onlar, kendilerine dayatılan sahte huzur maskesinin ardına sığınarak, dünyanın diğer ucundaki acılara sağır kalmayı tercih ediyorlar. Bu sağır ve dilsiz kalabalık, aslında kendi içindeki en temel insani değerleri de kaybetmiştir. Oysa bir coğrafyada dökülen her kan, bir diğer coğrafyanın kalbine işlenen bir leke, bir yara ve bir utançtır. Bu, hepimizin ortak paydasıdır.

Tarih, hem geçmiş olayların bir dökümü hem de bugünün ve geleceğin aynasıdır. Bu aynada, defalarca yansıyan bir hakikat vardır. Adalet olmadan direniş, direniş olmadan merhamet tam anlamıyla var olamaz. Tıpkı bir ağacın kökleri gibi, bu üç kavram da birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Birinde oluşan bir zayıflık, diğerlerini de derinden etkiler. Günümüz dünyasındaki tüm yaraların, tüm çatışmaların ve tüm acıların temelinde, bu kutsal bağın kopuşu yatmaktadır. Bu bağı yeniden tesis etmek, sadece fiziksel sınırları değil, aynı zamanda ruhsal ve manevi sınırları da aşan bir mücadeledir.

Zulmün karanlık eli, bir milletin üzerine kabus gibi çöktüğünde, o milletin ruhunda, köklerinde derin bir uyanış başlar. Bu uyanış, sessiz bir isyanın ilk kıvılcımı, bir fısıltının haykırışa dönüşmesidir. Her bir direnişçi gelecek nesillerin umudunu taşır. Onlar, en zor şartlar altında dahi boyun eğmemenin, onurlu bir duruş sergilemenin ne demek olduğunu tüm dünyaya haykıran canlı birer anıttır. Bu anıtlar, yıkılan duvarların, parçalanan şehirlerin ve kaybolan hayatların üzerinde yükselir. Onların hikayesi, insanlık tarihinin en değerli mücevherlerinden biridir ve gelecek nesillere ışık tutar.

Bir zamanlar, adalet ve merhamet, kılıçların ucunda değil, vicdanların derinliklerinde sığınak bulurdu. O sığınak, şimdi tozlu raflarda unutulmuş bir kitap gibi duruyor, sayfaları sararmış ve manası yitirilmiş. İnsanın kendi varoluşunun temelini sorguladığı, bir sineğin ısırığından kaçıp yılanın zehrini kendi rızasıyla kabul ettiği bir çağda yaşıyorum. Gösterişli binalar, yüksek teknolojiler ve bitmek bilmeyen tüketim çılgınlığı, ruhsal bir boşluğu örtmek için kullanılan sahte perdeler haline geldi. Oysa o perdenin arkasında, insanlığın ortak acısı gizlidir.

Fani olana olan tutkulu bir muhabbet, ebedî olanı görmezden gelmeye sebep olmuştur.

Bu tutku, kalplerimizi birer hapishaneye çevirerek, bizi gerçek hürriyetten mahrum bırakmıştır. Tıpkı kelebeğin, bir mum ışığına olan aşkı yüzünden yanıp kül olması gibi, bizler de geçici heveslerin peşinde koşarken, sonsuz hayatımızın ışığını söndürüyoruz.

Oysa ruh, bekâya âşıktır. Bu aşkın en saf hali, her şeyden ümidi kesilmiş bir anda, geceye, denize ve karanlığa karşı yükselen bir yakarışın sırrında yatar. “Senden başka ilah yoktur, sen bütün noksanlıklardan uzaksın, şüphesiz ben zalimlerden oldum.” Bu fısıltı, sadece bir dua değil, aynı zamanda varoluşun en derin katmanlarında yankılanan bir teslimiyet ve bir arınma çığlığıdır. Bu teslimiyet, dış dünyadaki tüm sebeplerin tesirini yitirdiği an, kalpte filizlenen bir hakikat tohumudur. O tohum, en büyük fırtınaları dahi dindirebilen, en derin karanlıkları aydınlatabilen bir güce sahiptir. Bu güç, kalbin en gizli köşesinde saklıdır ve bir kez keşfedildiğinde, tüm kâinatı boyun eğdirebilir. İnsan ruhunun bu arayışı, adeta bir nehrin denize doğru olan yolculuğuna benzer. Yolculuk sırasında karşılaşılan her engel, her hastalık, her musibet, o nehrin akışını daha da güçlendirir. Bu zorluklar, eğer isyan ile karşılanmazsa, bizi asıl vazifemiz olan kulluğa daha da yaklaştırır. Şikayet, musibeti büyüten ve merhamete olan liyakatimizi zedeleyen zehirli bir tohumdur. O tohum yerine, tevekkül ile musibetin yüzüne gülmek, onu küçülterek bir lütfa dönüştürür. İşte bu, ruhun direnişidir. Dışarıdan gelen her darbenin, içeriye doğru bir yükselişe sebep olmasıdır. Kalbimizdeki bu direniş, bizi sadece fiziksel acılardan kurtarmakla kalmaz, aynı zamanda ruhumuzun sonsuzluğa olan yolculuğunu da anlamlandırır.

Bu sonsuzluk arayışı, bizi bir gerçeğe daha götürür. Hakiki bir rehbere ve onun izinden gitmeye. Ne yazık ki, günümüz dünyası, bu rehberin izini kaybetmiş durumda. Onu taklit etmek yerine, onun şahsına aşırı bir sevgi besleyerek, ya da tam tersi, ona sırt çevirerek kendi yolumuzu şaşırdık. Oysa o rehber, torunlarının başını sadece bir sevgi gösterisi olarak öpmedi, aynı zamanda o neslin taşıyacağı ilahi mirasın bir sembolü olarak öptü. Onun yolu, ne aşırı sevginin tuzağına düşmek ne de tamamen ondan yüz çevirmek; onun yolu, istikamettir. Bu istikamet, bir pusulanın kuzeyi gösterdiği gibi, bizi doğru olana, hakikate ve huzura götürür.

Yeryüzü, hem coğrafi bir haritadan ibaret bir yer hem de insanlığın tüm acılarının, umutlarının ve direnişlerinin yazıldığı bir levha gibidir. Bu levhanın üzerinde, kanla yazılmış binlerce hikâye vardır. Her bir hikâye, farklı bir dilden konuşsa da, hepsinin ortak bir ana fikri vardır.

Zulmün karanlığı ne kadar kalın olursa olsun, adalet ve merhametin ateşi onu her zaman delip geçecektir.

Bu hakikat, hem fikir hem eylemdir. Tarihin sayfalarında, bu eylemin defalarca tekrarlandığını gördüm. Kılıçların sustuğu yerde, kalplerin ve akılların fethedildiği anlar yaşadım. Hudeybiye Barışı, sadece bir antlaşma değil, aynı zamanda elmas kılıçla bir çağı kapatıp yeni bir çağı açan bir devrimdir. Bu devrim, dışarıdaki düşmanları değil, içimizdeki karanlıkları yendi.

Bu manevi savaş, en az maddi savaşlar kadar çetin ve yorucudur. Fikrin ve zikrin, ilimden daha öncelikli olduğu bu manevi savaş, bazen bir hikayeye sığmayacak kadar derin ve karmaşıktır. İfrat ve tefritin her türlüsü, yani aşırılık ve ihmalkârlık, insan ruhunu kendi özünden uzaklaştırır. İstikamet ise, bu iki uçurum arasında salınmadan yürüyebilme sanatıdır. Bu sanat, hem şahsımızı hem de içinde bulunduğumuz toplumu tehlikeli çatışmalardan korur. Özellikle, kutsal şahsiyetler üzerinden yaratılan suni ayrılıklar, zındık cereyanların istismarı için verimli bir zemin oluşturmaktadır. Bu çatışmaların kaldırılması, barışın tesisi ve hakikatin kendisinin korunmasıdır.

Bu derin düşünceler arasında, insan fani varoluşuyla yüzleşmek zorunda kalır. Cismaniyetimiz geçicidir; bir rüzgâr esintisiyle dağılacak bir kum tanesi gibidir. Fakat ruhumuz, bekâ için yaratılmıştır. Bizler, o Bâkî Zât’ın bir aynası, ebediyet yolcusu olmak üzere görevlendirilmişiz. O halde, hayatımızın dakikaları, eğer O’nun rızası için yaşanırsa, senelere bedel bir anlam kazanır. Her bir nefes, bir ibadete, her bir görüş, bir tefekküre, her bir iş, bir hizmete dönüşür. Bu, sıradan bir hayatı, ilahi bir şiire dönüştürmenin sırrıdır.

Yine de, modern dünyanın getirdiği yorgunluk, insan ruhunu kemiren bir zehir gibi işler. Her yerde, anlamsız bir telaş, bitmeyen bir koşuşturma görüyorum. Bu telaş içinde, en önemli soruları sormayı unuttuk: Neden buradayız? Amacımız nedir? Gönlümüzdeki bu tarifsiz boşluk ne ile dolacak? Bu soruların cevabını, sadece geçmişte değil, aynı zamanda gelecekte de aramalıyız. İnsanlık, tarih boyunca aynı hataları defalarca tekrarladı; ne zaman ki adalet ve merhametten uzaklaştı, o zaman karanlık, ruhunu ele geçirdi. Şimdi, bu döngüyü kırmanın vakti geldi.

Kütüphanemin tozlarını soluyarak yaşamaya çalışırken, bu topraklarda defalarca doğdum ve defalarca öldüm. Yüzlerce yıldır süregelen bu döngüde, adaletin ve merhametin, zulme karşı en keskin kılıç olduğunu öğrendim. Kılıç, demirden yapılmış bir nesne. Aynı zamanda vicdanın, onurun ve direnişin bir sembolü. Zulmün hükmü geçici, ancak adaletin ve direnişin sesi ebedîdir. Tıpkı bir nehrin, en sert kayaları dahi aşarak denize ulaşması gibi, hakikat de en büyük engelleri aşarak nihai varış noktasına ulaşacaktır.

Bugün, modern dünyanın karmaşık ve gürültülü labirentinde yürüyorum. Her bir adımımda, geçmişin fısıltılarını duyuyor, geleceğin yankılarını hissediyorum. Bu yankılar, bana tek bir şeyi söylüyor:

İnsanlık, kendi varoluşunun temelini yeniden inşa etmek zorunda.

Bu inşa, ne duvarlarla ne de kılıçlarla, ancak kalplerde ve vicdanlarda başlayacaktır. Bu, her bir bireyin kendi içindeki karanlıkla yüzleşmesi, yitirdiği merhameti bulması ve adaletin peşinden gitmesiyle mümkün olur.

Elhâsıl, insanlığın ortak yazgısı, bir uyanışın ve dirilişin eşiğinde durmaktadır. Bu uyanış, ne bir liderin kararıyla ne de bir ordunun zaferiyle gerçekleşecek; bu, her birimizin kendi içindeki Selâhaddin’i bulmasıyla gerçekleşecektir. O Selâhaddin, ne bir şahsiyetten ibaret ne de sadece bir tarihten ibaret; o, adalet ve merhametle yoğrulmuş, zorluklar karşısında yılmayan bir direniş ruhudur.

Tarih bize şunu öğretti: Zulmün bir sonu, adaletin ise bir başlangıcı vardır. Bu başlangıç, karanlık bir gecenin sonunda doğan bir şafak gibi, bizi aydınlığa taşıyacaktır. Ve bu şafak, tüm insanlık için bir umut, bir diriliş ve bir yeniden doğuşun simgesi olacaktır.