Yangınlar yalnızca ağaçları yakmaz. İnsanın içindeki vicdanı da tutuşturur. Rüzgârla yayılır gibi görünen her kıvılcım, aslında çok daha derinde bir uyanış başlatır. Alevlerin yükseldiği yerde sadece gövdeler çökmekle kalmaz. Eğer dikkatli bakılırsa, milletin ruh atlasında bir kıpırdanma olur. İşte tam bu noktada, ateşin yaktığı toprağı itfaiyenin müdahalesi söndürür. Milletin duası, devletin feraseti ve adaletin sükûneti bu söndürüşe anlam ve kudret katar. Ormanlar yandığında gökyüzüne yalnızca duman yükselmez. Aynı anda birlikte söylenmemiş dualar da o dumanla birlikte göğe karışır. Bilinir ki, bu milletin duası göğe vardığında, onun karşılığında devletin gölgesi yere iner. Gölgesiyle bile serinlik veren bir devletin varlığı, suskun kalmış bir halkın iç yangınını bile söndürmeye yeter.
Bazı coğrafyalarda orman bir doğa parçası sayılabilir. Ama bizde orman, milletin hatırasıdır. Dedesinin bastonunun gövdesi, çocuğunun tahtasının sesi, annenin tandır ateşine kattığı gölgedir. Bu yüzden yanan bir ağaç yalnızca bir ekolojik kayıp olmaz. Kültürel hafızanın, tarihî süzülüşün ve irfanın kendisidir. Türk milleti, ağaca bakınca yalnızca yaprak görmez. Geçmişin sabrını, geleceğin umudunu, bugünün emanetini görür. İşte bu yüzden bir orman yanarken susmak, doğaya, geçmişe, geleceğe, emanete sırt çevirmek anlamına gelir. Milletin susmadığı yerlerde, hem kolluk kuvvetiyle hem de kalbî kuvvetiyle görünür hâle gelen devlet, bu topraklarda, yasa koyan bir kudret olmanın ötesinde dua edenlerin ardından yürüyen, merhamet edenlerin sesini duyan, adalet isteyenlerin önünü açan bir yapıdır.
Bazen rüzgâr alevleri besler gibi görünür ama ardında ilahi bir uyarı taşır. Her kıvılcımın bir dili vardır ve o dil, bu millete şunu fısıldar: Uyan.
Yangın, yalnızca fiziksel bir afet olarak kalmaz aynı zamanda ruhlara yöneltilmiş derin bir çağrıyı da içerir. Her kor, insana bir sorumluluk yükler. Bu sorumluluk, sadece yangını söndürmekle sınırlı kalmaz. Aynı zamanda geçmişi hatırlamayı, emaneti korumayı, geleceğe karşı bilinçli bir duruş sergilemeyi de kapsar. Ormanın yanışı, vicdanın tütüşüdür. Vicdan yandığında, dua ateşin zıddına dönüşür. İtfaiye hortumunun suyu kadar bir ninenin ellerini açtığı dua da önemlidir. Bu topraklarda yangını söndüren unsur yalnızca suyun akışıyla sınırlı kalmaz. Dua da bir su gibi yanan yüreğe serinlik indirir. Devlet bu duaları işitir, işittiği yerde görünür olur, tankerle, helikopterle, uçakla, ama hepsinden önce ferasetiyle.
Devletinin büyüklüğü yalnızca kurumlarının çokluğunda aranmaz. Milletin kalbinde tuttuğu güvenle ölçülür. Yangın başladığında harekete geçen unsurlar yalnızca kurumsal yapılarla sınırlı kalmaz. Esas olarak harekete geçen, o kurumlara ruh ve anlam kazandıran derin bir inançtır. Karadan ulaşımın zorlaştığı anlarda gökyüzünden inen kanatlar, müdahale aracı olmanın ötesine geçer. Bu kanatlar, devletin milletine gökten uzattığı güçlü ve merhamet yüklü bir selamı temsil eder. Her helikopter, ‘sizi unutmuyoruz’ diyen bir iradenin sesi olur. Her iş makinesi, toprağı yalnız bırakmayan bir baba gibi durur. Bu büyüklük, yalnızca gözle görülen malzeme ile ölçülmez. Hissedilen güvenle anlaşılır. Bir çocuk yangın alanında jandarmanın elini tuttuğunda, o devletin asıl yapısı ortaya çıkar. Sınırla çizilmez bu yapı, dua ile örülür.
Devlet, bu topraklarda hukukun tecelli ettiği bir çerçeve olmanın çok ötesinde, ahlâkın, merhametin ve adaletin aynı anda birlikte yürüdüğü bir yoldur. Bu yolun taşları bazen sabırla, bazen acıyla, ama hep birlikte döşenir. Bu birlikte oluş, milletin ruhunda “birlik” diye adlandırılırken, devlet aklında “feraset” olarak yankılanır. Bu yüzden devletin yüceliği sadece görünen teçhizatıyla sınırlı kalmaz. Esas yücelik karar anındaki basiretinden kaynaklanır. Yangın alanına ilk ulaştığında gösterdiği sürat kadar geride hiçbir köy, hiçbir yaşlı, hiçbir canlı bırakmamaya gösterdiği hassasiyetle de büyür. Devlet, yangını yalnızca söndürmekle kalmaz. Yanan her hatırayı, her sesi, her duayı da yeniden yeşertmeye ant içer.
Bazı milletler devlete ihtiyaç duyduklarında onu yalnızca bir otorite olarak çağırır. Oysa Türk milleti, devleti hem çağırır, hem karşılar, hem dua eder, hem birlikte yürür. Bu birliktelik sadece bir sistemin çalışmasına indirgenemez. Aynı zamanda medeniyetin içten içe kurduğu ruhî bir bağlılığı ifade eder. Devlet, yönetme gücünün ötesinde milletin duasına omuz veren, acısına ortak olan ve yüküne eğilen bir irade olarak varlık gösterir. Yangın alanına giren ilk devlet görevlisinin gözündeki endişe, yalnızca bir mesleğin sorumluluğuyla açıklanamaz. Bu endişe, bir milletin emaneti karşısında duyulan derin bir iç titremeyi yansıtır. İşte o titreme bu devletin mayasını gösterir. Devletin mayasında kibir yoktur, vakar vardır. Gösteriş yoktur, sadakat vardır. Bu sadakat, yangının ortasında dahi bir gölge gibi uzanır üstümüze.
Her orman yangını sonrasında küle dönen alanlar, yalnızca ekolojik kayıplarla sınırlı kalmaz. Aynı zamanda psikolojik, sosyolojik ve kültürel açıdan derin bir yoksunluğun da ifadesi hâline gelir. her ağaç, milletin kendi varlığına tuttuğu bir aynayı temsil eder. Her yaprak, geçmişin titreyerek kalan hatırasını taşır. Bu nedenle devletin görevi, yalnızca o aynayı temizlemekle sınırlı kalmaz. Onu yeniden asmak, hatta gerekirse kendi göğsünde taşıyarak halkının yüzüne güvenle tutmaktır. Devlet bu görevi yerine getirir. Bu sorumluluğu yalnızca ağaç dikerken değil, yangından sağ çıkan bir çocuğun gözlerinin içine bakarken de en derin hâliyle yerine getirir. Bu toprakların irfanında devlet koruyandır, siper olandır, ilk inen yağmur gibi diriltendir. Bu yüzden, orman yandığında milletin göğsünden bir dua yükselir ve o duaya cevap olarak gökyüzünde bir helikopterden öte, devletin gölgesi belirir.
İşte bu gölge, sadece bir ağacı kurtarmaz. Milletin içindeki adalet duygusunu da serinletir. Adaletin tecellisi yalnızca mahkeme salonlarıyla sınırlı kalmaz. Adalet, yangının ortasında halkın sesine kulak vererek de başlar. Bir ormanı yakan elin yargılanması, yalnızca kanun hükümleriyle açıklanamaz. Vicdanın terazisiyle de değerlendirilmesi gerekir. Devlet, bu yargılama sürecini intikam duygusuyla değil, denge ve itidal içinde yürütür. Devletin adaleti ise hükmünü, öfkenin anlık aleviyle vermez. Vakarın ve basiretin gölgesinde şekillendirir. Yanan her ağaç, bir şahittir. Devlet, o şahitliği dinler, gereğini yapar. Halk bilir ki, bu topraklarda zulüm karşılıksız kalmaz. Devletin feraseti, adaleti geciktirmez, zamanı geldiğinde, tam yerinde, eksiksiz biçimde tecelli ettirir.
Medeniyetin inşası yalnızca yazılan kelimelerle sınırlı kalmaz. Asıl olarak yaşanan tecrübelerle ve hissedilen değerlerle kurulur. Yangın anı, milletin ferasetinin, devletin vakarının ve halkın merhametinin aynı anda görünür olduğu eşsiz bir zaman dilimidir. Bu üç unsur bir araya geldiğinde sadece ormanların değil, bir milletin umudunun da yeniden yeşermesi mümkün hâle gelir. Türk milletinin duası her durumda göğe yükselir, devletin gölgesi ise hiçbir zaman bu toprakların üzerinden eksilmez.