Bazen bir devrin kapanışı sessiz olur; gürültü kopmaz, bayraklar yarıya indirilmez, anıtlar yıkılmaz. Ama sabah uyandığımızda her şeyin değiştiğini fark ederiz. Bugün dünya, tam da böyle bir dönüşüm yaşıyor. Eskinin büyük anlatıları, ideolojik kurgular, ekonomi ve siyaset oyunları birer birer geçerliliğini yitiriyor. Küresel düzenin aktörleri, yeni stratejiler geliştirirken, sınırların ve ideolojilerin ötesinde bir gerçeklik beliriyor: Güç, artık alışılmış adreslerinde değil.

 

Özellikle Batı’da yaşanan siyasal ve ekonomik kırılmalar, sistemin temellerini sarsıyor. ABD’de DEI (çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık) gibi kavramlar bir yanda siyasi bir silaha dönüşürken, diğer yanda eski güç merkezleri, daha milliyetçi, daha katı bir tavırla küresel sermayeyi yeniden yönlendirmeye çalışıyor. Donald Trump’ın yeniden yükselişi, yalnızca bir siyasi figürün dönüşü değil; dünya siyasetinin yeni bir gerçekliğe evrilmesi anlamına da geliyor. Artık küreselleşme, serbest piyasa, çeşitlilik gibi kavramlar sorgulanıyor, yerini güç siyasetinin sert gerçeklerine bırakıyor.

 

Türkiye ise bu dönüşümün tam ortasında duruyor. Hem ekonomik hem de politik anlamda geleneksel müttefikleriyle çatışan, kendi içinde köklü bir değişim arayışı içinde olan Türkiye, küresel dönüşümün yönünü doğru okuyamazsa, büyük bir fırsatı kaçırabilir. Bugün, siyasi ve ekonomik paradigmalarda yıkılan kavramların enkazı üzerinde yeni bir düzen kuruluyor ve bu düzende Türkiye’nin konumu, tarihinin en kritik dönemlerinden birine girdiğini gösteriyor.

 

Bir devrin çöküşünü seyretmek mi, yoksa yeni bir çağın mimarı olmak mı? İşte asıl soru bu.

 

Bir zamanlar tüm dünyaya “evrensel” olarak dayatılan liberal düzen, artık kendi içinde çöküş belirtileri gösteriyor. Amerika, Avrupa ve Batı merkezli ekonomik sistem, çelikten bir yapı gibi görülse de, bugün içeriden çürümüş bir ağaç gibi sarsılıyor. Bu çöküşün birkaç önemli sebebi var:

 

Ekonomik dengesizlikler: Pandemi sonrası hızlanan ekonomik krizler, yüksek enflasyon, borç sarmalı ve merkez bankalarının zayıflayan etkisi, Batı’nın küresel ekonomideki hegemonyasını kırılgan hale getirdi.

 

Siyasi bölünmeler: ABD’de Trump gibi popülist liderlerin yeniden yükselmesi, AB içinde artan sağ dalga ve Batı’da giderek keskinleşen kültürel savaşlar, sistemin kendi içinde çatışmasını artırıyor.

 

Teknolojik dönüşüm: Yapay zeka, çip üretimi, enerji savaşları gibi alanlarda üstünlük yarışına giren büyük güçler, eski müttefiklik ilişkilerini dahi sorgular hale geldi.

 

Tüm bu gelişmeler, dünyada yeni bir eksenin ortaya çıkmasına neden oluyor: Doğu’nun yükselişi ve Batı’nın parçalanması. Çin, Rusya, Hindistan ve Körfez ülkeleri, yeni ekonomik ve siyasi bloklar oluşturuyor. Artık çok kutuplu bir dünya düzeni inşa ediliyor ve Türkiye’nin bu süreçte nerede konumlanacağı kritik bir soru olarak karşımızda duruyor.

 

Türkiye, uzun yıllardır Batı merkezli ittifak sisteminin bir parçasıydı. NATO üyeliği, AB süreci, liberal ekonomi modeli, Batı’yla kurulan ittifaklar Türkiye’nin küresel sistemdeki yönünü belirlemişti. Ancak bu ilişkiler son yıllarda ciddi bir erozyona uğradı.

 

ABD’nin Suriye politikası, Türkiye’nin bölgedeki bağımsız hareket kabiliyetini sınırlamaya çalışması, Avrupa’nın Türkiye’ye yönelik çifte standardı ve ekonomik bağımlılık mekanizmalarının Türkiye’yi sıkıştırması, mevcut Batı ittifakının sürdürülemez hale geldiğini gösteriyor.

 

Bu noktada Türkiye’nin önünde iki seçenek var:

 

1.    Mevcut sistemin içinde kalarak, Batı’nın dayattığı oyun kurallarına göre hareket etmek. Ancak bu, Türkiye’yi uzun vadede daha da bağımlı hale getirebilir ve küresel krizlerden doğrudan etkilenmesine neden olabilir.

 

 

2.    Bağımsız bir küresel oyuncu olarak kendi stratejik yolunu çizmek. Bu seçenek, Türkiye’nin Asya ile ilişkilerini derinleştirmesi, teknoloji ve savunma sanayinde kendi ekosistemini kurması, ekonomik bağımsızlığını artırması anlamına geliyor.

 

 

 

Bugün Türkiye’nin jeopolitik konumu, ekonomik gücü ve savunma yetenekleri, onu oyun kurucu bir aktör yapabilecek potansiyele sahip. Ancak bu potansiyeli hayata geçirmek için bazı temel değişimlere ihtiyaç var.

 

Tarih boyunca güç, teknolojiyi elinde tutanların oldu. Buhar makinesi sanayi devrimini başlatırken, internet bilgi çağını doğurdu. Bugün ise çip üretimi, yapay zeka ve enerji teknolojileri, yeni küresel düzenin belirleyici unsurları haline geliyor.

 

Türkiye burada nerede duruyor?

 

Türkiye, son yıllarda savunma sanayinde önemli adımlar attı. İHA ve SİHA üretimi, Türkiye’yi dünyada bu alanda öncü ülkelerden biri yaptı. Ancak burada durmamak gerekiyor. Geleceğin teknolojileri; çip üretimi, kuantum bilişim, yapay zeka ve yenilenebilir enerji alanlarında şekilleniyor. Türkiye’nin bu alanlarda küresel çapta bir oyuncu olması için, devlet destekli büyük teknoloji projelerine odaklanması şart.

 

Çip üretimi: Bugün ABD ve Çin arasındaki en büyük savaş çipler üzerinden yaşanıyor. Tayvan’ın küresel çip üretiminde kilit rol oynaması, onu küresel bir çatışma noktası haline getirdi. Türkiye’nin bu alanda bir adım atması, stratejik bağımsızlığın kapısını açabilir.

 

Enerji teknolojileri: Türkiye’nin doğal kaynakları sınırlı olsa da, yenilenebilir enerji, hidrojen teknolojileri ve nükleer enerjiye yatırım yaparak enerji bağımsızlığını sağlaması mümkün.

 

Bu noktada Türkiye’nin yapması gereken şey, klasik sanayi yatırımları yerine, yüksek teknoloji yatırımlarına ağırlık vermek ve kendi ekosistemini kurmak.

 

Türkiye, ucuz iş gücüyle değil, yüksek teknolojiyle rekabet eden bir ülke olmalıdır.

 

Ekonomik ve teknolojik bağımsızlık, kültürel ve siyasi bir yeniden yapılanma olmadan kalıcı hale gelemez. Türkiye’nin en büyük zorluklarından biri, kendi içindeki çelişkileri ve bölünmeleri aşamaması.

 

İdeolojik kamplaşma, Türkiye’yi içerde zayıflatan ve küresel güç oyununda etkisiz hale getiren en büyük faktörlerden biri. Ancak Türkiye’nin küresel sistemde güçlü bir aktör olabilmesi için kendi iç bütünlüğünü sağlaması gerekiyor.

 

Peki, bu nasıl olacak?

 

Eğitim reformu: Türkiye’nin en büyük beka meselesi, sanıldığı gibi askeri ya da ekonomik değil, eğitim meselesidir. Bugün kaliteli insan kaynağı üretmeyen bir ülke, teknoloji üretemez, ekonomi inşa edemez, bağımsız politikalar geliştiremez.

 

Devlet-millet birlikteliği: Toplumsal kutuplaşmanın azaltılması, devletin halkla kurduğu bağın güçlendirilmesi ve herkesin bu ülkenin ortak geleceği için çalışması gerekiyor.

 

Yeni bir yönetim modeli: Türkiye’nin mevcut bürokratik yapısı, küresel rekabet için oldukça hantal. Daha dinamik, verimli ve hızlı karar alabilen bir yönetim anlayışına geçilmesi gerekiyor.

 

 

Bütün bunlar bir araya geldiğinde, Türkiye yalnızca bölgesel bir güç değil, küresel bir aktör haline gelebilir.

 

Tarih, bazen bir milletin önüne nadiren çıkan fırsatlar sunar. Bugün Türkiye, işte tam da böyle bir kavşakta duruyor. Dünya yeniden şekillenirken, küresel güç dengeleri sarsılırken ve eski düzenin duvarları çatırdarken, Türkiye’nin hangi yöne gideceği sadece kendi kaderini değil, geleceğin küresel düzenini de belirleyebilir.

 

Eğer Türkiye, eski alışkanlıklarına tutunmaya devam ederse, yani ekonomik bağımlılıklarını azaltmaz, teknoloji yatırımlarına yönelmez ve kendi içinde süregelen bölünmüşlükleri aşamazsa, küresel sistemin kenarında bir figüran olarak kalmaya mahkum olur. Ancak cesur bir adım atarak, ekonomik ve teknolojik bağımsızlık yolunda stratejik kararlar alırsa, küresel güçler arasında kendi yolunu çizen bağımsız bir aktör haline gelebilir.

 

Bunun için, öncelikli olarak üç temel alanda bir zihniyet devrimi gereklidir:

 

1.    Ekonomik ve teknolojik bağımsızlık: Türkiye artık düşük maliyetli üretimle yetinen bir ülke olamaz. Yüksek teknoloji, yapay zeka, çip üretimi ve enerji yatırımlarına öncelik vermelidir. Bu, uzun vadede Türkiye’yi küresel rekabetin ön sıralarına taşıyacaktır.

 

 

2.    Siyasi ve kültürel bütünlük: İçerde süregelen ideolojik bölünmeleri aşmadan, dışarıda güçlü bir aktör olunamaz. Türkiye, ortak bir gelecek vizyonuyla hareket etmelidir. Bunun için de eğitim reformu, kurumsal yeniden yapılanma ve devlet-halk ilişkisinin güçlendirilmesi şarttır.

 

 

3.    Jeopolitik akıl ve esneklik: Türkiye, artık tek bir ittifaka bağımlı bir ülke değil, çok yönlü diplomasi yürüten bir güç merkezi olmak zorundadır. Doğu ve Batı arasında denge kuran, kendi çıkarlarını önceleyen, bağımsız dış politikalar geliştiren bir Türkiye, küresel oyunda belirleyici bir aktör olabilir.

 

 

 

Bugün dünya, yeni bir çağın eşiğinde. Bazı ülkeler bu değişime öncülük ederek yeni sistemin kurucusu olurken, bazıları da bu dönüşüm karşısında pasif kalarak tarihin kenarında unutulacak. Türkiye’nin tercihi ne olacak?

 

Bu soru, yalnızca siyasetçilerin, iş insanlarının ya da akademisyenlerin yanıtlaması gereken bir soru değil. Bu, tüm toplumun ortak kararı olacak. Eğer Türkiye, yenilikçi, üretken ve bağımsız bir geleceğe yürümeye cesaret ederse, bu yalnızca ülkemiz için değil, bütün dünya için yeni bir örnek oluşturabilir.

 

Dünya yeniden şekillenirken, Türkiye sadece bir izleyici mi olacak, yoksa tarihi yazanlar arasında mı yer alacak?

 

Bu sorunun cevabı, bugün atılacak adımlarda saklı.