nurigür

Düşüncenin Özgürlüğü, Evrimi ve Toplumsal Dönüşüm
- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 419
İnsan düşüncesi, çağlar boyunca değişen, dönüşen ve kendini sürekli yeniden inşa eden bir akışın içinde var olmuştur. Tarihin derinliklerinden süzülüp gelen fikirler, medeniyetleri şekillendirmiş, toplumların yönünü belirlemiş ve insanın varoluşunu anlamlandırmasına aracılık etmiştir. Ancak bu akış içinde kimi zaman düşüncenin kendisi bir pranga haline gelmiş, insanı özgürleştirmesi gereken fikirler, onu bir kalıba hapseden araçlara dönüşmüştür. Entelektüel dünyada var olmak isteyen insan, bir noktadan sonra sadece düşünmenin yeterli olmadığını, düşüncenin hangi kaynaktan beslendiğinin, nasıl şekillendirildiğinin ve neye hizmet ettiğinin de önemli olduğunu fark eder. Düşünceyi sadece bir bilgi birikimi olarak görmek, onun özündeki dinamizmi ve dönüşme yetisini göz ardı etmek anlamına gelir. Zira düşünce, yalnızca öğrenmekten ibaret değildir; aynı zamanda eleştirel bir bakış açısına sahip olmayı, sorgulamayı ve gerektiğinde kabul edilen doğrulara karşı yeni yollar açmayı gerektirir.
Düşüncenin akışkan ve özgür yapısı, kimi zaman toplumlar tarafından tehdit olarak algılanmış, sistemler ve ideolojiler tarafından kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Bir fikrin savunucusu olmak, çoğu zaman onu mutlak bir doğruya dönüştürme çabasıyla birlikte gelir. Bu da düşünceyi canlı bir organizma olmaktan çıkarıp katılaşmış, sorgulanamaz dogmalara dönüştürme riskini doğurur. Oysa hakikat, tek bir görüşe indirgenemez, tek bir ideolojinin sınırları içine hapsedilemez. Bir fikrin değerli olması, onun insanı ve toplumu ileriye taşıyıp taşımadığıyla ölçülmelidir. Eğer düşünce, insanı köreltiyor, onu tek bir pencereden bakmaya zorluyor ve farklı perspektifleri reddediyorsa, o artık bir bilgi kaynağı olmaktan çıkıp bir inanç sistemine dönüşmüş demektir.
Devamını oku: Düşüncenin Özgürlüğü, Evrimi ve Toplumsal Dönüşüm

Zamanın Kuyumcusu
- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 528
Zaman, görünmeyen bir ustanın ellerinde şekillenen ince bir sanat eseridir. Hiç kimse bir taşın yıllar içinde nasıl pürüzsüzleştiğini an be an gözlemleyemez; ancak rüzgârın ve suyun sabrı, sonunda en sert kayayı bile yontar. İnsan hayatı da böyledir. Doğduğumuz anda elimizde bir kâğıt yoktur, hiçbir şey yazılı değildir. Ama yaşam, kendi kalemiyle kaderimizi şekillendirirken, biz çoğu zaman bu yazıya direnç gösteririz. Kimimiz sabırla bekler, kimimiz isyan eder, kimimizse akışın içinde kaybolur. Sabır, şükür ve kader; birbirine sıkıca bağlı, ama çoğu zaman kavranması en zor olan kavramlardır.
Sabır, gözle görülmeyen bir kuyumcu gibi insanı işleyerek dönüştürür. Ama bu işlenme süreci kolay değildir. Çünkü sabır, yalnızca durup bekleyiş değildir; içinde derin anlamlar barındıran aktif bir direniştir. Bir çocuğun büyüyebilmesi için yıllar gerekir, ama bu yıllar boyunca beden sadece şekil almaz; ruh da acılarla, kayıplarla, sevinçlerle, umutlarla yoğrulur. Sabır, sadece beklemek değil, bekleyiş sırasında dönüşebilmektir. Zamanın bize sunduğu şekillenme sürecini kabullenmeden sabırdan söz etmek mümkün müdür? Eğer bir dağ, yüzyıllar boyunca rüzgâr tarafından aşındırıldığını anlamıyorsa, ona “sabırlı” diyebilir miyiz? İşte insan da böyle bir sınavdan geçer; bazen sürecin farkına varır, bazen de kendini bu akışın içinde kaybeder.

İnsanlığın Küllerinden Doğuşu
- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 396
Bütün başlangıçlar, sonsuz bir boşluğun içinde yankılanan sessiz bir çığlıktır; gök ile yerin birbirine dokunmadığı, sadece varlığın ihtimal olarak süzüldüğü, zamanın bile kendisini bilmediği o ilk anlarda. İnsanlık, bu boşluktan çıkarken ayaklarının altında sertleşen toprağı hissetti, yüzünü yıkayan suyun serinliğini fark etti, ateşin içini ısıtan kudretini tanıdı ve rüzgârın onu sürükleyebileceği yerleri düşündü. Bu dört unsur, insanın yolculuğunun haritasını çizdi ve her bir çağ, bu haritanın bir köşesine derin bir iz bıraktı. Ancak, gerçek mesele, insanın nereden gelip nereye gittiği değil, geçtiği yolların ona ne öğrettiğidir. Zira her uygarlık, kendi kıyametini kendi elleriyle hazırlar ve küllerinden yeniden doğmayı ancak düşmemeyi öğrendiği zaman başarır.
Yeryüzü, ilk günahın yaslandığı bir sırt gibi, insanı sonsuz bir sürgüne yolladı. Bu sürgün, sadece bir mekândan diğerine değil, insanın kendi içindeki en derin korkulara doğru da bir yolculuktu. Toprak, insanın bağlandığı, kök saldığı, üzerinde yükseldiği ilk maddeydi. Toprak, düşüşün ve aynı zamanda yükselişin de başlangıcıydı. İnsan, toprağa kök saldıkça bilgeliğini artırdı, suya dokundukça yolunu çizdi, ateşe hükmettikçe gücünü tanıdı ve rüzgârla birlikte bilinmezliklere savruldukça keşfetmeyi öğrendi. Ancak, bu keşiflerin içinde kaybolan, yönünü bulan, kendisini unutan ve yeniden hatırlayan hep aynı varlıktı: İnsan.

Dirilişin Sancısı ve Meydan Okuma
- Ayrıntılar
- Yazan: Nuri GÜR
- Kategori: Blog
- Görüntüleme: 355
İnsan, akıl ve ruh arasında gidip gelen bir varlıktır. Bir yanda sınırsız ihtirasları, arzuları, dünyayı şekillendirme ve onu kendi hâkimiyetine alma isteği; diğer yanda hakikatin sükûneti, aşkın ve hikmetin çağrısı vardır. İşte bu iki kutup arasında, varoluşunun anlamını arayan insan, bazen yücelerin doruğuna çıkarken bazen de benliğinin zindanlarına hapsolur. Bu, yalnızca ferdi bir serüven değil, insanlık tarihinin de temel çatışmasıdır. Hakikatin peşine düşen her ruh, hem iç hem de dış dünyada bir savaş vermek zorundadır. Bu savaş, yalnızca maddi dünyaya karşı değil, insanın kendi zaaflarına, korkularına, tembelliğine, teslimiyetine karşı da verilir. Ve bu savaşta kazananlar, yalnızca kılıçlarını keskinleştirenler değil, ruhlarını da diriltmeyi başaranlardır.
Gerçek bir diriliş, geçmişin hatalarından ders almayı, geleceğin ihtişamını inşa etmeyi gerektirir. Ancak bu inşa süreci, basit bir mekân değiştirmek ya da fiziki şartları iyileştirmek değildir. Aksine, her insanın ruhunda başlayan bir devrimdir. Kendi benliğini yıkıp yeniden kurmayan, alışkanlıklarının esiri olmaktan kurtulamayan, öfkesini, heveslerini ve hırslarını dizginleyemeyen bir toplum, asla gerçek anlamda dirilemez. Bu yüzden diriliş, içten dışa, insandan topluma, ruhtan maddeye doğru uzanan bir harekettir. Bu hareket, sabır gerektirir. Çünkü her büyük değişim, sancılarla doğar. Ve bu sancıyı çekenler, onun değerini bilirler.
Sayfa 3 / 13